4 Şubat 2011 Cuma

DURUMU KURUMU İDARE EDEN

MÜDÜRLÜK ATEŞTEN GÖMLEK
MÜDÜR kelimesi Arapça “dönmek, döndürmek” anlamındaki “devr” sözcüğünden türetilmiş.
İDARE kelimesinin de kökeni aynı sözcük. Müdürlerin DURUMU, KURUMU İDARE etmesi gerekiyor. Bunu kendi koşulları içinde becerenler olduğu gibi, türlü yoksunluk ve sorumluluk altında yalnız bırakılan Müdürlerimiz de var.
İdareci, en çok da Müdür olmak için girilen sınavlar, alınan puanlar ve türlü rekabetten galip gelen Müdürün kaderi atandığı okula bağlıdır. İyi bir semtin seçkin bir okulundaysanız devlet vermese veli yağdırır. Temizlik, güvenlik, onarım, donanım bir şekilde karşılanır. Böyle okulların hatırlı velilerini kızdırmak risktir sadece. Toplanan para, yapılan-yapılmayan kayıtlar, verilen notlar, kantin-servis ihaleleri başınıza dert olabilir. Öğretmen kadrosunun da çok puanlı, çokbilmiş ya da çok torpilli olması durumunda “İDARE” etmek güçleşecektir. Çok sayıda rakibiniz olacağından ayağınızın kayması an meselesidir.
Orta halli bir okulda idareciliği kör-topal götürürsünüz. Veliden bağış almak meşakkatlidir, ihtiyaçlar için Valiliği, semtin İşadamlarını, Dernek ve Vakıfların kapılarını aşındırırsanız, bilgisayar, projeksiyon, boya, spor malzemesi, kırtasiye ihtiyaçlarını karşılarsınız. Böyle okullarda öğretmenle iyi geçinen çalışkan bir idareci mucizeler yaratabilir. İmece ruhuyla yalnızca okulun fiziksel durumu değil, akademik başarısı da yükselir. Ücretsiz kurslar, etütler, sanatsal faaliyetler ile okulun yüzü ağarır. Bir kuru teşekkürle bile mutlu olacak Müdürümüzün başka bir okula atanması işte o aşamada gerçekleşir. Ya torpilli biri gelir makama konar yahut mesnetsiz bir soruşturma ile sorunları çözülmüş okulun idaresi el değiştirir. Hiçbir başarı cezasız kalmaz. Ana haberlerde arkasından ağlanırken gördüğümüz Müdürler bu gruba girer.
Bir de adını yalnız o mahallenin bildiği okullar vardır ki, orada Müdür olmak için gönül adamı olmak yetmez, sabır taşı olmak gerekir. Kapısından sobasına, ampulünden, tuvalet taşına, tebeşirinden, kağıdına kadar her şey önce Allah’a sonra size emanettir. Veli ve öğrenci profili öylesine zavallıdır ki sevgili Müdürüm bağış diye 1-2 Liraya gönül eğer. Suyu ve elektriği kesilmesin diye türlü taklalar atmak zorunda kalır, mühür söktüğü, kaçak bağlattığı görülmüştür. Boş geçen dersler için İlçe Milli Eğitimlerde öğretmen kovalar, geleni elinde tutmaya çalışır. Memuru yoksa yazışmaları kendi yapar, hizmetlisi olmayan okulu temizletmek için velilerle çalışır, sigortasını ödeyemediği ücretli işçi çalıştırır. Her durumda da risk almaktadır. Veliye sıra sildirdiği için soruşturma geçiren, sigorta borcu yüzünden maaşına haciz gelen Müdürlerimiz vardır.
Yalnızca “BİR” eğitim sendikasına üye olduğu için Müdürlük payesi kazananların yanında Müdürlüğü ateşten bir gömlek gibi taşıyanlar da var. O isimsiz kahramanlardan 13’ü görevlerinden istifa etti birkaç gün önce. Farklı illerde, farklı zamanlarda yapılan istifaları bilmemize olanak yok ancak Diyarbakır Silvan’daki 13 istifa sessiz bir eylem, bir çığlıktır. Müdürlerimizin istifa nedeni okullarında kadrolu hizmetli bulunmadığından sigortasız eleman çalıştırmak zorunda bırakılmaları, çünkü bu 13 okula tek kuruş bütçe ayrılmamış.
Zorunlu ve parasız eğitim koca bir yalan. Dünyanın en yetenekli idarecisini bütçesiz, dımdızlak bir okula atarsanız neyi, nasıl idare edecek? Silvan örneğinde Müdürlerimiz okullarına öğretmen olmak istediler, yerlerine 13 yeni kurban atandı. Bu Müdürlerin kullanımına bir bütçe atandı mı, onu bilemiyoruz…
Müdürlük; temsil noktasında onurlu, yükümlülük bakımından sorunlu bir makamdır. Okulun üç-otuz parasını kutsal emanet gibi taşıyan, zamanını, emeğini hatta parasını okula harcayan nicelerini tanıdım, onlarla çalışmanın gururunu yaşadım. Her durumda günah keçisi olan binlerce idarecinin uykusu okulun sorunları ile bölünmekte her gece. Onları bu çaresizliğe, yalnızlığa mahkum edenleri Allah’a havale ediyor, görevlerini layıkıyla ve özveriyle yapan Müdürlerimin ellerinden öpüyorum.

PAKRADUNİLER

Yahudi Kökenli Ermeniler

Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten Yahudi asıllı ‘Pakraduniler’in hikâyesi günışığına çıkıyor...
Selanikli Sabetaycılar, İspanyol Maranolar ve İranlı Meşhedilerden sonra Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü ortaya çıktı.
Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi M.Ö 730 yılında başlıyor ve günümüze kadar uzanıyor.
İddianın sahibi, araştırmacı-yazar Levon Panos Dabağyan. Yahudi asıllı Pakradunilerin M.S. 1045 yılına kadar Ermenileri “acımasızca” yönettiğini ifade ederken, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi tarihçilerinden Prof. Dr. Abraham Galante’yi gösteriyor.
Galante, “Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı” adlı kitabında,
“Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’nci yüzyıla dek sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir.”
diyor.
Bizans’ın krallıklarına son verdiği Pakraduniler, Selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.
Hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor.
O tarihte, Ermeni Kralı Sannasar, Filistin’e yaptığı seferde İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, 10 Yahudi kabilesini esir alır. Sonra onları Fırat’ın ötesine, Güney Ermenistan’a yerleştirir.
M.Ö. 700’lerde, bu kez Babil Kralı Nabukadnezar, Mısır Kralı Necho ile Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir sefer açar. Söz konusu sefere, Doğu Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile katılır.
Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, Nabukadnezar’ı fazlasıyla memnun eder ve esir aldığı 10 bin Yahudi’nin yarısını Kral Hıraçya’ya hediye eder. Bu esirler arasında İsrailoğulları’nın önemli şahsiyetlerinden Prens Şampat (Smbat/Shampat) da vardır. Şampat, kısa zamanda Hıraçya’nın takdirlerine mazhar olur. Devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükselir.
ESİRLİKTEN SOYLULUĞA
M.Ö. l5O’lerde soyunun Hz. Davud’a (as) dayandığını iddia eden ve adı “Pakarad Şampa” olan bir Yahudi, zamanın Ermenistan Kralı Vağarşak’a başvurarak saray hizmetine girebilme talebinde bulunur.
Dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından Prens Şampat’ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen Pakarad Şampa, Kral Vağarşak’ın en yakın bendeleri mevkiine erişir. Sonunda şaşırtıcı bir şekilde, Ermeni Kralları’na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde eder. M.Ö. 90-36’larda Ermeni krallarına Dikran II. (Büyük Dikran) İsrailoğullarına yönelik yeni bir sefer düzenler.
Bu sefer sırasında esir aldığı binlerce Yahudi’yi o da ülkesine götürür. Esirler arasından seçtiği “Aşod” adında bir asil Yahudi’yi özel hizmetine alır. Bu olaylar sonucunda Ermenistan’a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir Yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi Prens Şampat’ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişirler.
Zamanla Ermenilerin yönetimini ele geçiren Pakraduniler M.S. 1045’e kadar Ermenistan’da saltanat sürmeyi başarır.
26 YÜZYILDIR YAHUDİLİKLERİ DEVAM EDİYOR
“Kripto Yahudilik” konusunda uzman olan Türkiyeli Yahudi Prof. Abraham Galante,
“Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive/ Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı / Baskı: 1933, Fransızca İst.”
adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor:
“Pakraduniler varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir. Eğin’de, ‘Erzurum-Sivas arasında’, Marmara Denizi’nin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy’de yaşamış oldukları bilinen Pakraduniler, 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle Portekizli Marano’lar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler.”
Dabağyan, Pakradunilerin kullandığı isimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; Ermeni tarihçi Gatoğigos Ğorenazi’den şu nakilde bulunuyor:
“Simpat adını, ‘Pakraduniler’ oğullarına verirler. Bu isim İbranice’den geliyor ve aslı ‘Şampat’tır. Ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan ‘Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit’ gibi isimlerin Ermeni menşe’li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır.”
Dabağyan, Bizanslı tarihçi Pavstos’un, 3. Asır’da bölgede iskan edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.
NASSİ: DOMUZ ETİ YEMEZLER
Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan/Eğin (Yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. Nassi’ye göre cemaatin yayılımı, Arapkir, Kapadokya ve Kilikya/Çukurova’ya kadar uzanıyor.
Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin Ermenilerden farklı olduğunu, kafa yapısı olarak Yahudiler gibi Dolikosefal olduklarını kaydediyor.
Bir Yahudi-Ermeni’nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da kaydediyor.
Nassi, Pakradunilerin asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına uyduklarını, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde olduğunu ifade ediyor. Bunun da Ermeniler arasında “Yahudiliğin bir uzantısı” olarak değerlendirildiğini söylüyor. Nassi, Pakradunilerin, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19’uncu yüzyıla kadar Gürcistan’da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.
RAFIZÎ ERMENİLER KİM?
Fransız Mareşali Horace Sebastiani, Türkiye Ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda Ermenileri normal Ermeniler ve “Rafiziyyun/Rafiziler” olarak ikiye ayırır.
Dabağyan “Osmanlı İmparatorluğunda Şer Akımlar” kitabında bu raporu değerlendirirken, Fransızların Türkiye’deki etnik yapıya daha 1800’lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:
Selçuklular devrinde, Alparslan’ın saflarına geçerek, Bizans’a karşı savaşan ve sonradan İslam dinini kabul eden Ermenilerin büyük bir kısmı, bilâhere ‘Alevi Mezhebi’ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (...)
Demek ki, Mareşal Horace Sebastiani, Fransa’nın Türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, Osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için Anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!”
Ermeni asıllı Türk vatandaşı yazar Torkom İstepanyan ise Pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor:
“Türk-Ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11’inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064’te Pakraduni Ermeni Krallığına Bizanslılar tarafından son verilince, Bizans zulmüne dayanamayan Ermeniler Türklerin himayesine sığındılar. Bu devre onlar için huzur oldu. Vatanlarına sımsıkı bağlandılar. Türkler tarafından bunlardan’ bazılarına ‘Amiral’lik unvanı verildi. Böylece ilk Türk-Ermeni dostluğunun temeli atılmış oldu. Bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan Ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren Türkçe kökenli soyadlarıdır. Örneğin, Romanya doğumlu olduğu halde dünya Ermenilerinin Ruhani Reisi Gatogigos Vazgen I’in soyadı ‘Balcıyan’dır.”
(Sorun olan Ermeniler / Suat Akgül, Ali Güler, Türkar Yay. İst. 2003. s: 402)
“ERMENİ İSYANLARININ ARKASINDALAR!”
Yazar Levon Panos Dabağyan, Ermeni meselesinin can damarını teşkil eden “1. Zeytun İsyanı’nın” arkasında Fransa ve Vatikan’ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin Pakraduniler olduğunu ileri sürüyor.
Dabağyan, Zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor:
“Ani Beldesi’nin Bizanslılara geçmesinden ve Bizanslıların Ermeni katliamından sonra, Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan ‘Pakraduni Hanedanı’ mensupları Haçin ve Zeytun havalisine yerleşmişlerdi.
Dolayısıyla (Fransa’nın gönderdiği Katolik Ermeni) maceracı Leon, Ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. Zira, Pakraduni Hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri Ermeni bir unsur idi.”
Dabağyan 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın Türkiye’ye sadık Gregoryan Ermenilerin destek vermemesi üzerine akámete uğradığını kaydediyor.
Pakradunilerin de hâlâ var olduğunu belirtiyor:
“Hâlâ varlar tabii; ama sayıları ne kadar, organizeler mi bilemem. Sanmıyorum. Ancak, bizde birine ‘Pakraduni!’ dedin mi, bu hakaret için kullanılırdı. Çocukken birine kızdığımızda, ‘Pakradunisin ulan sen!’ derdik. Onların ırklarından gelen bir zekâları, müztehzi bir bakışları, hesapçı, işini bilir bir yapıları vardır. Tarım ve zenaattan çok hep ticaretle, para/finans işleriyle uğraşmışlardır.”

BİYOEMPERYALİZM VE BİYOKOLONİZM

TÜRKİYE’Yİ BÖYLE TESLİM ALACAKLAR
“Uluslararası Tahkim” , Fikri Mülkiyet Hakları, patent hakları gibi bir sürü koruma altında kolayca dokunulmazlık zırhına bürünmüş küresel güçler silahları ve orduları devreye sokmadan patentli hibrit tohumların tekelini eline geçirerek, küresel sermaye ortaklıkları kurarak gıda zinciri tekellerini global alanda ellerine geçirerek ülkelerin bağımsızlığını ellerinden alarak yeni ve çok kolay bir emperyalist sömürü düzeni yaratmaktadırlar ki buna biyoemperyalizm diyoruz.
Biyoemperyalizm ve biyokolonizm 20. yüzyılın sonlarına doğru biyoteknolojinin dolayısıyla gen teknolojisinin de gelişmesine paralel olarak şekil değiştirmiş bu teknolojiyi ellerinde tutanları insanlığı topsuz tüfeksiz gıda yoluyla kontrol edebilecek bir duruma getirmiştir.
Doğanın modern tarımsal üretim şekliyle hızlandırılan tahribi bütün dünyaya yeşil devrim olarak sunuldu. Bu yeşil devrim değil, insanlık için yeşil trajedisi idi. Toprak ve doğayı bizle bütünleşen bir canlı olarak değil bir fabrikanın üretim bandı gibi görüldü. Toprağın üstü ve altı çevresiyle beraber insan merkezli olmayan, çevreyi, eko sistemi korumayan tamamen kar yapmaya yönelik bir yöntemle sömürgeci bir yaklaşımla kullanıldı. Bu sömürgeci anlayış, küreselleşme, globalleşme ile global bir biyoemperyalist sömürüye dönüştü. Bu sistem içinde tabiatın doğal dengeleri olumsuz olarak değişti. İnsan kendine hayat veren doğaya yabancılaştı. Böylece bireylerin ve toplumların da dengeleri de hızla onarılmaz şekilde bozulmaya başlandı.(1)
Öbür yandan da küresel şirketler tekellerine aldıkları patentli, hibrit ve Genleri Değiştirilmiş Tohumlar/Organizmalar yoluyla dünyadaki biyo çeşitliliği tek tip hale getirmeye çalışmaktadırlar. Dünyanın biyo çeşitliliği hızla azalması demek dünyanın gıda güvenliği bakımından çok büyük bir riske girmesi demektir. İnsanlığı bekleyen ve sinsi ve sessiz şekilde ilerleyen en büyük tehlike budur.
Biyoemperyalizm 21. yüzyılda ağırlığını daha da hissettiren görünür bir düşmanın ve konvansiyonel silahların olmadığı global bir savaştır. Bu biyoterörün başından yarı kısır, hibrit ve GDO’lu tohumların neredeyse tekelini elinde tutan dünyanın en büyük en tehlikeli biyoteknoloji firmalarından olan şeytan şirket diye de bilinen Monsanto vardır.(2) İşin gülünç tarafı bu çevre ve insanlık için çok tehlikeli şirketi yine Amerikan Forbes dergisi tarafından 2009 yılı için yılın şirketi seçmiştir.(3)
Dünyada açlık sorunu yeşil devrim olarak adlandırılan, kimyasal gübre ve ilaçlarla ve Genleri değiştirilmiş organizmalarla kısaca GDO’lu ürünlerle yapılan sözde modern denen tarım yoluyla çözüleceği iddiası 21. yy en büyük yalanıdır.(4) Avrupa Çevre Komiseri Margot Wallström bu konuda şöyle der: “İnsanlara yalan söylemeye ve bunu insanlara dayatmaya çalıştılar. Özellikle bunun (GDO’lu ürünlerin) dünyadaki açlık sorununu çözeceğini iddia etmeye çalışırken eğri oturup doğru konuşalım, bu dünyanın kalkınması (açların doyurulması) için değil şirketlerin hissedarlarının açlığını doyurmak içindir.”(5)
TÜRKİYE BİYOEMPERYALİST KISKAÇ İÇİNDE KUŞATILMIŞ DURUMDA
5 Temmuz 2001 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Uluslararası Tahkim Yasası bu ülkenin bir nevi bağımsızlığını elinden alan yasa olmuştur. Bu yasa ileride Türkiye’nin başına ne belalar açacağı hesaplanmadan ülkemizde yabancı sermaye yatırımlarını arttıracağı düşüncesiyle kabul edildi. Bu kuruluşun merkezi Washington’da olup ABD’nin kontrolü ve Batılı şirketlerin çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır. Anayasanın 90. Maddesi ise ülkemizi bağlayıcı ikili uluslararası anlaşmaların TBMM onayından geçmeden kamuoyunun bir bilgisi olmadan yürürlüğe girme imkânı doğurmuştur.
Tarihi gelişmeleri ve bugün ortaya konulan global oyunları iyi gözlemleyemedikleri için gıdanın, su kaynaklarının ve ekilebilir toprakların doğal tohumların hayati önemi hala gelişmekte olan devletler ve halkı tarafından tam olarak kavranamamıştır. 1957 yılında da, ABD Başkan Yardımcısı Hubert Humphrey Amerikan halkına “insanların size güvenip inanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntem,” demişti.(6) Biz bu gerçekleri biyoemperyalizm yararına işleyen bağlayıcı anlaşmalar ve kanunlar tarafından kuşatıldıktan sonra oldukça geç anlamaya başladık.
Türkiye özellikle 2000’li yıllardan itibaren tarımı ve çiftçisi gittikçe zayıflatılarak gıda güvenliğinde, zirai ilaçlarda, kimyasal gübrede ve bunların girdilerinde özellikle hibrit tohumlarda gittikçe dışarı bağımlı kılınarak, doğal tohumları piyasadan kaybettirilerek, çeşitli kanunlar çıkartılarak biyoemperyalist kıskacına sokuldu.
Türkiye'nin tohumculukta adeta teslim alınmasını amaçlayan süreç 8.1.2004 tarihinde yasalaşan 5042 sayılı Islahçı Haklarının Korunması Kanunu ile başladı. Türkiye’yi tamamen yabancı tohum şirketlerinin eline düşürecek ikinci kan un da 31.10.2006 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan 5553 sayılı 'Tohumculuk Kanunu’ ile atıldı bu kanun tohum ıslahı kisvesi altında binlerce yıldır kullandığımız kendi kendine üreyen doğal tohumlarımızın ticaretini yasakladı. Birbirini tamamlayan bu iki kanun, önce tohum ıslahı yapan şirketlerin haklarını düzenledi, daha sonra devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesini sağladı.
Mart, 2010’da kabul edilen (5977 sayılı) Biyogüvenlik yasası ise kontrolü bir şekilde ülkeye GDO’lu ürünlerin girmesinin kapısını açtı. Dokuz senede çıkan bu yasa Monsanto gibi biyoteknoloji devlerinin büyük bir başarısıydı ve bu şirketlerin çıkarları için işlev görecekti..
2009 yılına gelindiğinde tarımının toprakla birlikte en temel belirleyici öğesi tohumculuğun %90’dan fazlası yabancı firmaların eline geçerken gıdanın üreticiye ulaşan en gelişmiş ve organize işletmeleri olan süpermarketlerin %60 yabancı süpermarket zincirlerinin eline geçti. Şok, Tansaş, Macro ile beraber Migros {İngiliz}, CarrefourSA {çoğunluk Fransız}, Metro Grup {Alman}, Tesco-Kipa {Çoğunluk İngiliz}, BİM marketlerin %50’si halka açıktır bu hisselerin çoğunluğu da yabancıların elindedir.
Kaynak sularımızı da kaybetmek üzeriyiz. Hali hazırda Nestle ve Coca Cola Türkiye’deki şişelenmiş su pazarında lider olup Türkiye’de şişelenmiş su pazarın %70’i yabancıların eline geçmiştir.{pazar payı Nestle’nin %29 Coca Cola’nın % 18.4 Danone % 10.5 Yaşar Holding %13.7 Aytaç % 14.3}
Sıra ekilebilir topraklarımın yabancılar tarafından madencilik, Turizm kanunları, kiralama, özelleştirme adı altında gasp edilmesine geldi. Bu da dolaylı yoldan kimsenin haberi olmadan gerçekleşiyor. (Bu konulara sonradan döneceğiz)
Bu kadar önemli ve stratejik bir gıda kaynaklarının ve gıda zincirlerinin yabancı sermayenin eline geçmesi, ıslah adı altında küresel sermayenin ekmeğine yağ süren kanunlar çıkartılması korkunç bir aymazlık ve biyoemperyalizme kayıtsız şartsız teslim olmaktır.
(1)Sen ki topraksın seni sevmeyi bilmeli
Sendedir ekinimizin tohumu ve yapılarımızın temeli...
Sen ki topraksın durup dinlenmeden değişirsin.
Sen su damlalarında yarattın (halkeyledin) bizi.
Biz seni değiştirip, değiştirmekteyiz kendi kendimizi
Nazım Hikmet,(1901-1963) “Şaban Oğlu Selim ile Kitabından VI. Bölüm 21. Yaprak
(2)Bu aktörlerin başında Monsanto {ABD}, Amgen {ABD}, Cargill {ABD}, Archer Daniels Midland {ABD} İsviçre } Syngenta {İngiliz/İsviçre} Groupe Limagrain ( Fransa), BASF (Almanya), Dupont {ABD} Bayer {Alman} Novartis[1] Pfizer {ABD} GloaxoSmithKline {İngiliz} Sanof- Aventis {Fransa} Nestle {İsviçre} Kraft {ABD}…. gibi tohum, biyoteknoloji, kimya ve ilaç vardır.
(3)Brett Blume, Monsanto named ‘Company of the Year’ by Forbes Magazine, 31.12.2009
(4)Emma Hockridge{ policy department at the Soil Assocation, England}, GM crops are not the answer to world hunger, Chinadialogue, 21.05.2008, www.chinadialogue.net
Jorge Fernandez-Cornejo, William D. McBride, Adoption of Bioengineered Crops, USDA, Agricultural Economic Report No. 810, Washington, DC, Mayıs 2002, http://www.ers.usda.gov/publications/aer810/aer810.pdf
(5)Vandana Shiva, Yeryüzü Demokrasisi, (İstanbul: BGST Yay.2009) s.59 Vandana Shiva, Earth Democracy: Justice Sustainability and Peace (Cambridge: South End Press, 2005)
(6)Trait Sanctions? Seedless in Seattle - Terminator Tech Trumps trade Talks” RAFI News Release, 26 Kasım 1999

Türkiye'de Sabetaylar: Karakaşlar, Yakubiler ve Kapaniler

(Not: Kripto Ermeniler sözkonusu olunca, herkesin etnik kimliğinin şeffaflaşmasını ve bu ülkeyi yönetenlerin sahte kimliklerin arkasına saklanmamasını savunanları faşistlikle suçlayan zihniyet, ne hikmetse aynı hassasiyeti Müslüman görünümlü Kripto Yahudiler için göstermiyor. Önder Aytaç'ın aşağıdaki yazısı tartışmalı ama önemli bir analiz. Aytaç'ın Ermeniler ve Kripto kolları konusunda da benzer analizlere imza atmasını bekliyoruz. )
Amacımız asla ama asla bir soy ayrımından hareketle adım atmak ve ayrıştırmalara gitmek değildir. Hatta bütün azınlıkların haklarını da en az kendi hak ve hukukumuz kadar korumamızın gerekliliğine inanıyorum.
Ancak 'Sakal' operasyonu kapsamında 'gayrimüslim cemaat önderi ve işadamları'nın da tek tek sıralanması söz konusu. Fener Rum Patriği Bartholomeos, Ermeni Patriği Mutafyan ve Katolik cemaatleri Ruhani Genel Sekreteri Maroviç'in ismi de öldürülmek bağlamında zikredilenlerden. 'Orak' operasyonunda da 'darbe karşıtı Ermeni basını' listeleniyor. Bu kapsamda ise; Etyen Mahçupyan, Sevan Nişanyan ve basın şehidi Hırant Dink de 'hedef' listesinde ismen sayılıyor.
Biz de bu makalenin içerisinde Sabetaylar bağlamında konuyu mercek altına getirecek ve kendi kendimize ‘ne(ler) oluyor?’ şeklinde sorarak beyin jimnastiği yapmış olacağız.
Türkiye’de Sabetaylar 3 ana kola ayrılmış durumdalar. Bunlar Karakaş, Yakubi, Kapani aileleri.
(http://sultanselim.blogspot.com/2010/12/sabetaylar-uzerine-bir-teori.html)
1924 sonrası hakim olanlar Tevfik Rüştü Aras ve ekibi, yani Kapaniler...
1926'da Karakaşlar (Maliyeci Cavid ve Dr. Nazım) asılırken, Tevfik Rüştü Aras gücünü muhafaza ediyor...
1926'da bunların ve Kazım Karabekir-Ali Fuat Cebesoy'un vs. davaya karıştırılmasına itiraz eden ve Ali Çetinkaya'dan (Osman Paksüt'ün dedesi) "seni de asarız" tadında bir fırça yiyerek geri adım atan da tarihi bilgilerimize göre İsmet İnönü...
11 Kasım 1938'de Kazım Karabekir'in ev hapsine son vererek, onun CHP milletvekili olarak meclise girmesini sağlayan da İsmet İnönü...
Gene 11 Kasım 1938'de Atatürk'ün meşhur Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ı görevden alıp, onun yerine Mehmet Şükrü Saraçoğlu'nu atayan ve yine 11 Kasım 1938'de Atatürk'ün meşhur İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'yı görevden alan da İsmet İnönü...
1942'de Varlık Vergisi kapsamında D harfi ile damgalanan ve ağır vergi ödemek zorunda kalan Sabetayistler kuvvetle muhtemel Tevfik Rüştü Aras'ın da içinde bulunduğu Kapaniler...
Gene aynı Varlık Vergisi kapsamında korunan ve vergi ödemeyen Sabetayistler ise gene kuvvetle muhtemel Karakaşlar...
1946'da Demokrat Partiyi kuranlar ise Kapaniler... Partinin kurulmasına büyük destek veren Tevfik Rüştü Aras... Damadı da Fatin Rüştü Zorlu...
1960'da Demokrat Partiyi iktidardan indirenler ise Karakaşlar... Onların arka planda da İsmet İnönü’nün gölgesi var denilebilir...
Şimdi sıkı durun:
1926'da Maliyeci Cavid sorgulanırken kendisine İzmir Suikasti ile alakalı neredeyse hiçbir soru sorulmuyor...
Onun yerine yeni parti çalışmalarında bulunduğu, İttihat ve Terakki Partisini tekrardan kurmaya çalıştığı, Parti Tüzüğü hazırladığı, hazırladığı bu tüzüğün CHF'nin tüzüğü gibi 9 maddeden oluştuğu ve bu maddelerin CHF'ye nazire olarak hazırlandığı gibi sorular soruluyor...
Akabinde muhalif parti kurarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ele geçirmeye teşebbüs, Hükümeti Taklib vs. suçlarından suçlu bulunarak idam ediliyor...
İdam edilenlerden eski İttihat ve Terakki Genel Sekreterlerinden Nail Bey idam sehpasına giderken
"Bu bize Tevfik Rüştü'nün oyunudur"
diyor...
O parti tüzüğünde (1926'daki İttihat-Terakki Partisi taslağında) geçen 2 madde çok ilginç...
1. Ayan ve Mebuslar Meclisi olmak üzere 2 meclisli bir parlamento kurulması.
2. Bir Meclisi Müessisan (Kurucu Meclis) oluşturularak Teşkilat-ı Esasiyenin (Anayasanın) tekrardan yapılması...
Tanıdık geliyor mu? (1960 ihtilali sonrasında direk yapılanlar...)
Özetle diyeceğim şudur:
1924'ten beri bu ülke Kapaniler ve Karakaşların çatışmasına sahne oluyor mu acaba?
Kapaniler genellikle Atatürk'ün, Karakaşlar da çoğunlukla İnönü'nün etrafında toplanmışlar...
Yakubilerin nerede durduklarını / yerlerini ben de daha tam olarak çözemedim diyebilirim. Gerçi onlar için de, en çok asimile olmuş ve artık neredeyse mensubu kalmamış bir kol diyenlerde var.
Kimin hangi tarihlerde muktedir olduğunu incelediğimizde de;
1924 - 1938 arası Kapaniler,
1938 - 1950 arası Karakaşlar,
1950 - 1960 arası Kapaniler,
1960 sonrasında ise yeniden Karakaşlar olmak üzere güç kronolojik olarak böylesi el değiştirmiş...
Bugünlerde AKP'nin dirsek temasında olduğu grupta Kapaniler de var, Karakaşlar da...
Karakaşlardan olan Abdi İpekçi 1961 yılında, Milliyet Gazetesi başyazarlığına getiriliyor...
Buna mukabil Atatürk döneminde Cumhuriyet Gazetesini çıkaran ve İzmir Suikasti davasında Kazım Karabekir'den Cavid'e kadar hepsine ateş püsküren yazılar yazan Yunus Nadi de kuvvetle muhtemel Kapanilerden.
Şimdi... Acep günümüzde bunlardan hangisi Avrasyacı, bir diğer anlatımla Rusyacı, Ulusalcı, Cumhuriyet Çalışma Grubu vs, hangisi NATO'cu, bir diğer söylemle Amerikancı, Batıcı, Batı Çalışma Grubu vs diye insan düşünüyor.
Bana göre Karakaşlar NATO'cu, Kapaniler de Avrasyacı... 1958’lerde Adnan Menderes'in Rusya açılımı ve sonucunda asılması... İngiltere'nin de bu asılmaya itiraz etmemesi, İsmet İnönü'nün asıl gizli Amerikancı olduğu iddiaları vs. gibi sebeplerle beraber düşünülebilir mi?
İlker Başbuğ Kapani, Yaşar Büyükanıt ise Karakaş önermesinin ne kadar doğru olup olmadığını ben elbette bilemem. Merak ettiğim ise Işık Koşaner’in nerede durduğu?
Hukuk çizgisinde ve darbeci olmamak çerçevesinde duran her kim olursa başımızın üzerinde yeri var. Ancak elbette bedelli askerlik, profesyonel ordu ve ordunun küçülerek hantallıktan kurtulması yoluyla büyümesini savunan her bir Genelkurmay başkanı benim için önemli ve değerli…