16 Ekim 2010 Cumartesi

EĞİTİMİ EĞİTİMCİLERE BIRAKIN

Eğitimi Eğitimciler Yönetsin

2010 yılında MEB bütçesinden yatırımlara ayrılan pay yüzde 6.32. Eğitime ayrılan payın düşük olmasından dolayı okulların kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalıyor. Bu da öğretmenin veliyle para ilişkisine girmek zorunda kalması sonucunu doğuruyor. Türkiye'de her 4 okuldan 3'ü, yakacak, elektrik, su ödeneği gibi ödenek sıkıntısı çekiyor.

2010 -2011 eğitim öğretim yılına yeni başladığımız bugünlerde eğitim alanında yaşanan birçok sorunu da yeniden yaşamaya başladık.

Okullarımızda birçok branş düzeyinde çeşitli nedenlerle öğretmen görevlendirilmeleri yanlış yapılmaktadır.

Sınıflarda öğrenim görecek öğrencilerin belirlenmesinde ciddi sıkıntılar vardır.

Okullarda çalışacak temizlik ve güvenlik personeli bulunmasında sorunlar vardır.

Personelleri çalıştıracak düzeyde kaynak bulunmasında sorunlar vardır.

Öğretim düzeyini arttırıcı kaynak ve materyallerin temin edilmesinde sıkıntılar vardır.

Vardır, vardır, vardır…

Aslında yaklaşık 15 milyon öğrencinin olduğu ülkemizde birçok sorunun olmasını normal karşılamak gerekir. Fakat normal olmayanın bu sorunlara çözüm üretmesi gereken asıl kişilerin yani eğitimcilerin reel anlamda çözüm sürecine dahil edilmemesidir.

Evet eğitimcilerin eğitim sorunlarına ilişkin yaklaşımları ve çözümlemeleri yeterince dikkate alınmıyor. Eğitime ilişkin birçok uygulama eğitim dışından yönetiliyor.

Yukarıda belirttiğimiz sorunlara ilişkin yaklaşımlarda olması gereken eğitimciler, yalnızca belirli kalıpların içerisinde kalan uygulayıcılar olmaktan öte gidemiyorlar.

Eğitim sorunlarını yaşayan ve süreci çok iyi bilen öğretmenler, eğitim yöneticileri ve diğer eğitim çalışanlarının gerek yerel gerekse ulusal düzeyde belirlenen eğitim politikalarına biran önce aktif olarak katılmaları gerekmektedir.

Bizim yaklaşımımızda tamamen eğitimcilerin eğitim politikalarını belirlemeleri gerektiğini söylemiyoruz. Öğrenciler, veliler ve eğitim çevresinde bulunan diğer kesimlerin de eğitimin şekillenmesinde katkıları önemlidir. Fakat biran önce eğitimcilerin eğitim yönetimi sürecinde eğitim yöneticileri olarak esas yerlerini almaları gerekiyor.

KAYIT PARASI YASAK

KAYIT PARASI YASAK, BAĞIŞ YASAL…
Eğitimin sorunlarından birisi de hiç şüphesiz, bütçeden eğitime ayrılan paydır. Ülkeyi yönetenler, “Bütçeden eğitime ayrılan payı artırdık” diyerek övünseler de bunun gerçeği tam olarak yansıtmadığı ortadadır.
Eğitimde sorunların azalmasını beklerken sorunlar gün geçtikçe artmaktadır. Bu durum, toplumu huzursuzluğa ve umutsuzluğa sevk etmektedir. Eğitimi kamu kaynakları ile finanse etmek yerine bütçeden yeterli kaynak ayırmayarak, eğitim tamamen paralı hale getirmek, ticarileştirme mantığının ta kendisidir. Eğitime ayrılan pay ile eğitimin ihtiyaçlarını karşılaştırdığınızda arada dağlar kadar fark olduğunu görürsünüz. Okullarımızın fiziki alt yapı ve eğitim aracı yetersizliği, öğrenci sayısının fazlalığına oranla öğretmen sayısının yetersizliği, gelişen teknolojiye paralel donanımın sağlanamaması vs. eğitimde beklenen amaçların gerçekleştirilememesine yol açmaktadır. Tüm bunların karşılığında eğitim için ayrılan kaynak değerlendirildiğinde; devletin, artık eğitimi gözden çıkardığını, sorunların çözülmesi için bir adım atmadığını görüyoruz. 2010 MEB bütçesine bakıldığında, tıpkı genel bütçede görüldüğü gibi, harcamaların neredeyse tamamının zorunlu harcamalardan oluştuğu görülmektedir. 2010 Eğitim bütçesi, eğitimin niteliğini yükseltmek bir yana, yaşanan gerilemeyi daha da hızlandırmıştır. Ortaya konulan bütçe rakamlarıyla zorunlu harcamaların bile karşılanması zordur.

Görülmektedir ki, 2010–2011 eğitim ve öğretim yılına da geçmiş yıllarda olduğu gibi sorunlarla başlanılmıştır.

Hükümetler, her fırsatta bütçeden en yüksek payı eğitime ayırdığını söylemekle birlikte, eğitim harcamalarının milli gelir içindeki payını daha da aşağılara çekmeyi hedeflemektedir. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin milli gelir (GSYH) içindeki payı 2010 yılında %2,74 olarak öngörülmüştür. Oysa ki; eğitim sisteminin karşı karşıya olduğu sorunlar, bütçe rakamlarının eğitim sisteminin ihtiyaçlarına cevap verecek oranlarda arttırılmasını gerektirmektedir.

Eğitimden beklenen amaçların gerçekleşmesi, artan öğrenci sayısı, derslik açıkları, eğitimin niteliğinin yükselmesi, fiziki alt yapı ve donanım eksikliklerinin giderilmesi, 22 öğrencili ideal sınıfların oluşturulması ve öğretmen açıklarının giderilmesi için MEB bütçesinin milli gelire oranı mutlak olarak arttırılmak zorundadır. Bu düzeyin altındaki her rakam, sorunların sürmesine yol açacak, bu durumdan en büyük zararı yine eğitim sistemi görecektir.

2010 Bütçesinde eğitime ayrılan pay 28,2 Milyar TL (19 Milyar 915 Dolar). 2010 Bütçesinde sağlığa ayrılan pay ise 12 milyar 700 milyon TL. Maliye Bakanı, bütçe görüşmeleri sonrasında yaptığı açıklamada, “2010 yılında kamu kesimi tarafından yapılacak toplam sağlık harcamasının 37,5 milyar TL’ye ulaşacağını tahmin ediyoruz” demiştir. Ülkemizde sigara ve içki harcamamız kişi başına yıllık 350 dolar civarıdır. Toplamda ise 25 milyar dolardır. Türkiye’de 2010 yılında sağlık için harcanacak para 26 milyar 483 dolar olacaktır. Bu paranın % 80’i ilaca gitmektedir. Yani 100’ü aşkın ilaç şirketine yılda 21 milyar dolar ilaç parası, sigara ve alkole 25 milyar dolar harcarken; eğitime ancak 19 Milyar civarında para harcanması doğrusu hükümetin insanımıza nasıl bir değer verdiğini ortaya koymaktadır. Bugüne kadar insan odaklı düşünülerek bütçeden eğitime daha çok pay ayrılsaydı, gereken ilgi gösterilseydi sağlıkta bu kadar harcama da olmayabilirdi.

Günümüzde bütçeden eğitime ayrılan pay, eğitimin en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan uzaktır. Devletin, eğitimi gözden çıkarmasına sebep ise ülkemizde yıllardan beri uygulanan özelleştirme politikalarıdır. Okul öncesinden üniversite seviyesine kadar; özel ve vakıf okullarına bedava arsa tahsisi, teşvikler, düşük faizli krediler, vergi indirimleri, gümrük muafiyetleri vs. gibi kaynaklar cömertçe sunulmaktadır. Bunun karşılığında ise devlet okullarına gelince ise özellikle ilköğretim okullarına temel ihtiyaçların giderilmesi için bile ödenek tahsis etmeyeceksiniz. Çocukları sınıflarda kalabalık sınıflarda okutarak pestil yapacaksınız. Bir de kalkıp eğitim sisteminizle övüneceksiniz. Hükümetler, her mitingde şu kadar derslik yaptık, öğrencilerimizi rahata kavuşturduk, sınıflarda öğrenci sayılarını düşürdük diyerek övünmektedir. Durum Hükümetlerin övündüğü gibi değildir. "OECD Bir Bakışta Eğitim 2010 Raporu"na göre; OECD ülkelerinde ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısının 21.6. Bu rakam Avusturya'da 19.3, Danimarka'da 19.6, Yunanistan'da 16.8, İtalya'da 18.7’dır. Türkiye'de ise ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı 32'dir. Bu rakam İstanbul'da 46, Ankara'da 36, Bursa'da 38, Adana'da 39, Van'da 45, Şanlıurfa'da 53'tür. Bu şehirlerin farklı semtlerinde dahi bu rakamlar çok büyük değişiklikler göstermektedir. Yine bu rapora göre, öğretmen başına düşen öğrenci sayısında OECD ülkeleri ortalamasının ilköğretimde 16.4, ortaöğretimde 13.7 iken, Türkiye'de ise öğretmen başına düşen öğrenci sayısının ilköğretimde 22, ortaöğretimde 18” dır.
Şu tartışılmaz bir gerçektir ki; ülkemizin OECD ülkelerinin seviyesine çıkması için daha çok okula ve öğretmene ihtiyacı vardır.
Siyasi iktidarın; çıkardığı yasa, yönetmelik ve uygulamaları ile eğitimi ne hale getirdiği, yaşanan sorunlara çözüm üretemediği ortadadır. Hükümet nezdinde okullarımız, üniversiteler dâhil olmak üzere birer ticarethane gibi görülmektedir. Veliler-öğrenciler işletmenin müşterileri, öğretmen ve yöneticilerde tahsildardır. Bu durum sosyal devlet anlayışımız, anayasamız ve imza attığımız uluslararası anlaşmalarla bağdaşmamaktadır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi madde 26:
“Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlköğretim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.”

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi madde 28:
“Taraf devletler, çocuğun eğitim hakkını kabul ederler ve bu hakkın fırsat eşitliği temelinde tedricen gerçekleştirilmesi görüşüyle: İlköğretimi herkes için zorunlu ve parasız hale getirirler; ortaöğretim sistemlerinin… Tüm çocuklara açık olmasını sağlarlar ve gerekli durumlarda mali yardım yapılması ve öğretimi parasız kılmak gibi uygun önlemleri alırlar.”

T.C. Anayasası madde 42:
“İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır.”
İlköğretim ve Eğitim Kanunu madde 2:
“İlköğretim, ilköğrenim kurumlarında verilir; öğrenim çağında bulunan kız ve erkek çocuklar için mecburi, devlet okullarında parasızdır.”

Milli Eğitim Temel Kanunu:
Madde 8: “Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği sağlanır. Maddi imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır.”

Madde 22 : “İlköğretim 6 – 14 yaşlarındaki çocukların eğitim ve öğretimini kapsar, ilköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır.”

Madde 16 : “…Öğrenci velileri hiçbir surette bağış yapmaya zorlanamaz.”


09.06.2006 tarihli bir gazetede “Kayıt sanal, Para Gerçek” manşeti ile bir haber yayınlanır. Bu habere zamanın Milli Eğitim Bakanı el kor. Müdürlerine talimat yağdırır. Gazeteye şu açıklamaları yapar. “Böyle olaylarda vatandaş çekiniyor, endişeye kapılıyor, şikâyet edemiyor. Medya bu uygulamanın sağlıklı yürütülmesi konusunda yardımcı olsun. Belirlemeleriniz olursa, ‘Deyin ki şu müdür bunu yapıyor.’ Ben de ihbar kabul eder, gerekeni yaparım. İstirham ediyorum. Bu işe para koymuşuz, teknolojiyi devreye sokmuşuz. Bu zahmeti boşuna mı çektik, boşuna mı o kadar emek verdik? Dinozor kafalı bazı adamlar bunu sabote ediyorsa, buna izin vermem. Yeter ki bana bildirin...” diyor. Şu an görevde olan Milli Eğitim Bakanı, okulların açılmasından önce velilere mektup göndererek, okul kaydı için herhangi bir para ödenmemesini isteyerek önceki Bakan’ın izinden gitmiştir. Bakanlar değişmiş ama anlayışlar değişmemiştir. Okulların açıldığı günlerde vatandaşların, ''Okul yöneticilerinin öğrenci kayıtlarında para istediği ve para vermeyen öğrencilere ayrımcılık yapıldığı'' konusundaki şikâyetleri üzerine Bakan, ''Kayıt sırasında para ödenmez, okullarımız ücretsizdir. Ders kitaplarını bile ücretsiz olarak veriyoruz. Ben sizden okulların isimlerini, verdikleri hesap numaralarını aldım, gereken işlemleri yapacağım. Okul aile birliklerinin bu konuda veliler üzerine baskı uygulamasına da karşıyım. Okulun istediği para değil, bu okul aile birliklerinin açtığı hesap numarası. Okul idarecilerimizi uyaracağım'' dedi.


13 Eylül 2010 tarihli gazetelerde Ankara ili için şöyle bir haber yer aldı; “Okulların açılmasına bir hafta kala her sene yaşanan kayıt parası skandallarının önüne geçmek için Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü harekete geçti. 170 ilköğretim müfettişi ve 15 İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı kentin dört bir yanında kayıt esnasında yaşanabilecek problemlerin tespit edilmesi için çalışmalara başladı. İlköğretim müfettişleri ve İl Milli Eğitim Müdürü Yardımcıları kentteki tüm okullara giderek bire bir velilerle, okul idaresiyle ve okul aile birlikleriyle görüşüyorlar.” Aynı habere devamla; “Ankara il Milli Eğitim Müdürü, teftişler sonucunda zorunlu kayıt parası alınıp alınmadığı belirlenecek, velileri zor durumda bırakan okul yöneticileri hakkında gerekli işlemler yapılacak. Okulların daha iyi noktaya gelmesi için velilerin gönül rızasıyla yapacakları bağışlar bizleri memnun eder. Onun dışında okul yönetiminin zorlamasıyla kayıt parası ya da benzeri uygulamalar kabul edilemez. Biz önlemlerimizi aldık. Yine de sıkıntı yaşayan velilerimiz varsa bizzat İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gelerek sıkıntılarını anlatabilirler” çağrısında bulundu.

Biliyorum ki, bu açıklamaların daha da serti birçok illerimizde yapılmaktadır. Bu sistem artık yalama olmuştur. Böylesi bir sistemden adam gibi adamları, yalansız, dolansız insanları, dosdoğru konuşan yöneticileri çıkarmamız nasıl beklenebilir. Tüm yaşanan bu olumsuzluklara rağmen adam gibi adamlarımız da çoktur. Yapılan açıklamalar çaresizliğin sonuçlarıdır. Gerçekler bilinmesine rağmen, makamı koruma açıklamalarıdır.
“Kayıt parası vermeyin, zoraki bağış alanları ihbar edin” demek aç karna tok tesellisinden başka bir şey değildir. Lütfen herkes dürüst olsun. Popülist siyaset mantığının hiç kimseye bir faydası yoktur. İlköğretim okullarımızın ihtiyaçlarına karşılık 1 TL dahi para verilmemektedir. Ortaöğretim kurumlarına gelen ödenekte ancak kömür ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Okullarımızın büyük ihtiyaçları bulunmaktadır.
Bir okul düşünelim. Devlet, okulda görev yapan öğretmenin maaşını, kömürünü, suyunu, elektriğini ödüyor. Diğer ihtiyaçları okula havale ediyor. Su, elektrik parası ödenmediği zamanlarda yine devletin kurumları tarafından suyu, elektriği kesiliyor.1000 mevcutlu, 2000 öğrencisi olan okullarımız var. Bu öğrencilerin eğitim gördüğü okullarımızın birçok ihtiyacı olacaktır. Bir evin, bir işyerinin nelere ihtiyacı varsa; kat ve kat fazlası okulların ihtiyacı vardır. En başta okulun temizlik işlerini yapacak yeterli personeli bulunacaktır. Temizlik malzemesi olacaktır. Hangi okulda yeteri kadar yardımcı personel vardır. Bir yardımcı personeli dahi olmayan çok sayıda okulumuz vardır. İstanbul’da okullarımızın hemen hemen çoğunda yardımcı personel bulunmamaktadır. Diğer illerimizde bundan farklı değildir. Bu okulların temizliğini kim yapar dediğimizde akla bağış gelir, aidat gelir. Ya diğer ihtiyaçlar telefon, kırtasiye harcamaları, bilgisayar-yazıcı-fotokopi makinesi alımı, tamiratı için paraya ihtiyaç vardır. Nasıl hesaplarsanız hesaplayın bir okulun yıllık masrafı 50–100 bin TL arasındadır. Bu parayı devlet ödemediğine göre kim ödeyecektir. Okullarımızın işlerliği de devam edeceğine göre bu masrafları kim karşılayacaktır.

İşte burada okul yöneticileri devreye girerler. Kara kara düşünürler, çözüm bulmaya çalışırlar. Okul yöneticileri adeta sihirbazlık yaparlar. Yalnızca yöneticiler mi? Hayır. Öğretmenler de bu işin içerisindedir.

Sonuç itibari ile EĞİTİM ÇALIŞANLARI günümüzün modern dilencileridir. Okul yöneticilerimiz zamanlarının çoğunu okul ihtiyaçlarını karşılamak için para bulmak, binanın tadilat, tamiratı ile geçirmektedir. Bunlar okul yöneticilerinin görevi olmamasına rağmen bunları yaparlar. Adeta okulun işçisi veya müteahhidi gibi görev yaparlar. Maalesef bu yöneticilerimiz vakitlerinin çoğunu bu işlere ayırmaktadır.

Bu durum, eğitimi her yönden olumsuz etkilemektedir. Okul ihtiyaçlarının karşılanması için sürekli velilere başvurulması vatandaşımızın okula, dolayısıyla devlete bakışını da değiştirmiştir. Bir güvensizlik oluşturmuştur. Velilerden para talep eden yalnızca okul yöneticileri, okul aile birlikleri değildir. Bazı okullarımızda öğretmenler de tahsildarlık yapmaktadır. Öğretmen okulun ihtiyaçları için öğrenciden para istemektedir. Bu çok vahim bir durumdur. Öğrencisinden para istemeyi kendine uygun bulmayan bazı öğretmenlerimiz de okul yöneticileri ile karşı karşıya gelmektedir.

Gerek yöneticilerimizin gerekse öğretmenlerimizin, okul ihtiyaçları için velilerle muhatap olmaları kesinlikle pedagojik değildir.
Okul idaresiyle veli arasında bazen öğretmenin de katıldığı tartışmalar, öğrencilerin üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır. Öğrencilerimiz okula, öğretmenine karşı bir tepki oluşturmaktadır. Güvensizlik oluşmaktadır. Öğrenci velileri bu olumsuz tablodan dolayı öğrencisinin durumunu sormak için okula gitmeyerek, çocuğunu eğitim süresince yalnızlığa terk etmektedir.

İlköğretimin zorunlu ve ücretsiz olmasına rağmen ve eğitim kurumlarının ihtiyaçlarının karşılanması sorumluluğu özel idarelerin görevi içinde olmasına karşılık, bu tartışmaların içinde bu kurumun yer almaması da çok düşündürücüdür. İl özel idareleri ile belediyelerin yasalar gereği eğitime aktarmaları gereken bütçe payları, olması gerektiği oranda okullara tahsis edilmiş olsaydı okullarımızın birçok ihtiyacı karşılanmış olacaktı. Devletimizi yönetenler; Evet/ Hayır yarışına 500 milyon Lira harcayabiliyor veya fakir-zengin ayrımı yapmaksızın tüm öğrencilerin kitaplarını ücretsiz karşılayabiliyorsa, okullarımızın tüm ihtiyacını da karşılayabilecek ödeneği göndermek zorundadır.
Eğitim yöneticilerimiz ve öğretmenlerimiz para işine girmemelidir. Öğretmen öğretmenliğini, yönetici yöneticilik görevini yerine getirmelidir. Okul idarecileri dilencilikten, öğretmenler tahsildarlıktan kurtarılmalıdır.
Okulların tüm ihtiyaçları, kurulacak bir komisyon marifeti ile belirlenmelidir. Buna göre; Milli Eğitim müdürlükleri mali portelerini çıkarmalı, illerinin bütçelerini Maliye Bakanlığı’na sunmalıdır. Maliye Bakanlığı tüm talepleri karşılamalıdır. Okullara gönderilen ödenekler için olumsuzluk yaşanmaması adına iyi bir denetim mekanizması kurulmalıdır.

Öğrencilerden kayıt parası, bağış veya okul ihtiyaçlarının karşılanması için aidat alınması, Anayasa’ya ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bunu yapanlar resmen suç işlemektedir. Bu uygulama sosyal devlet yönetimine yakışmamaktadır. Temel insan haklarının açıkça ihlalidir.

OKULLARIMIZIN TÜM İHTİYAÇLARI HALKIMIZ TARAFINDAN DEĞİL, SOSYAL DEVLET OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ TARAFINDAN KARŞILANMALIDIR.

HORASAN'DAN GELEN TÜRKLER

"Aleviyiz, Horasan'dan Gelen Türkleriz"
“101 Soruda Kürtler” ve onun ardından yayımlanan “Zazalar ve Türklük” kitaplarında “Alevî Kürtler” ve “Alevî Zazalar” kavramları etrafında bazı açıklamalarda bulunulmuş, ardından bugün Zazaca ve Kurmançca konuşan aşiretlerin, bu dilleri sonradan öğrendiklerini ve köken olarak Türkmen oldukları kanaatine varılmıştır.

Bu kanaate delil olarak da başta Şeref Han ile Evliya Çelebi’nin eserleri olmak üzere diğer Osmanlı kayıtlarını gösterilmiştir.

Okuyanların anımsayacağı üzere, Kürtlerin tarihini en küçük detaylarına kadar yazan Bitlisli Şeref Han, 1592 yılında bitirdiği kitabında, (16. yüzyıl) Yezidî olan küçük bir kısmı hariç, Kürtlerin tamamının Şafi mezhebinden olduğunu ifade etmişti.

Bundan yaklaşık bir asır sonra (17. yüzyıl) bölgeyi gezip çok detaylı bilgiler veren Evliya Çelebi de, Kürtlerin Şafi mezhebine mensup olduğunu kayıt altına almıştı.

Yani bölgede 16. ile 17. yüzyıla kadar Kürtçe konuşan bir tek Alevî (ve Hanefî) aşireti bile yoktu.

Bu durumda iki seçenekle karşı karşıya kalıyoruz; ya Kurmanç ve Zaza aşiretlerinden bazıları Alevî’dir yahut da bazı Alevî aşiretleri, Kurmançca ve Zazaca konuşmaya başlamışlardır.

Bu ihtimallerden hangisinin gerçekleştiğini çözebilmek için, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretlerin, kendi soy kütüklerini nasıl ifade ettiklerine bakmamız gerekmektedir. Çünkü tarihi kayıtlardan, bölgede sayısız Türkmen aşireti olduğunu biliyoruz. Ayrıca toplumların ekâbir takımının soy kütükleri hakkında, atalarından duyup sonraki nesle aktardığı bilgiler, tarih araştırmalarında kullanılan kaynaklar arasındadır.

İlginç şekilde, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretlerin ileri gelenleri de, Zazacayı ya da Kurmançcayı sonradan öğrendiklerini ve ‘Öz Türk’ olduklarını atalarından gelen bir bilgi olarak ifade ediyorlardı. Hala da bu tezi savunmakta, bilhassa ‘Horasan’dan gelen Türkler’ olduklarını iddia etmektedirler.

Bu köken iddiası, inkâr edilemez ve reddedilemez şekilde, neredeyse tamamına yakın bütün kaynaklar tarafından ifade edilmiştir. Halen de söz konusu edilen toplum içinde diri şekilde yaşamaktadır.

Güneydoğu Anadolu’nun tarihi seyrini dikkate aldığımızda, bölgede (ve genel olarak bütün toplumlarda) din/mezhep değiştirmenin, dil değiştirmeden daha zor olduğu gerçeğini ve Kurmançcanın pazar dili oluşunu da ayrıca dikkate almak gerekiyor.

Zaten “Zazalar ve Türklük” kitabında da söz konusu aşiretlerden birçoğunun Osmanlı kayıtlarında “Türkmen” olarak geçtiklerini ve bunların dip kültürünün Türk kültürü ile aynı olduğunu delilleri ortaya konmuştur.

***

Bu yılın (2010) Temmuz sonu ile Ağustos ayı başında olağanüstü hal ilan edilen şehirleri kapsayan alan araştırmalarda çok faydalı bilgilere ulaşıldı. Burada Horasan köken iddiasını destekleyen bir bilgiyi sizinle paylaşmak istiyorum.

Diyarbakır ilimizin Bismil ilçesine bağlı bazı Türkmen köyleri vardır. Alevî olan bu köylerin sayısı toplam 7 (yedi) tanedir. Bu köylerden Türkmenhacı köyünde yaptığımız incelemelerde köyün yaşlılarından “Horasan’dan gelen Türkler” olduklarını öğrendik. Üstelik bu, atalardan gelen bir bilgiydi (bunu özellikle sorduk) ve anlaşıldığı kadarıyla bu bilgi yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.

Bismil’in köylerinde yaşayan Türkmen Alevîlerin “Horasan’dan gelen Türkler” olma vurgusu, birçok konunun zihnimizde daha da açığa kavuşmasına vesile oldu. Çünkü daha önce de defalarca temas ettiğimiz gibi, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretler arasında da Horasan vurgusu son derece yaygındır.

Yukarıda verdiğimiz bilgilere ek olarak, bölgedeki Türkmen Alevîlerinden öğrendiğimiz Horasan köken iddiası, bölgede birçok Türkmen aşiretinin, Kurmançca ve Zazacayı sonradan öğrendiği görüşünü desteklemektedir. Demek ki, bu bölgedeki Türkmen Alevî aşiretlerinden bir kısmı anadillerini ve etnik kimliklerini korumuş, bir kısmı ise anadillerini değiştirerek Kurmançcayı ve Zazacayı öğrenmiş, fakat Türk olan kökenlerini de kuşaktan kuşağa aktarmışlardı.

İlginç şekilde, bu sürecin günümüzde de devam ettiğini gördük.

Bölgede Alevî olan bir tek Şafi Kurmanç yokken, Kurmançcayı öğrenen çok sayıda Türkmen ve Zaza ile sohbet etme imkânına kavuştuk. Dikkat çekici bir bilgi olarak şunu da aktaralım ki, bölgedeki Türkmen köylerini ziyaretlerimizde yüksek sesle çalınan Kurmançca şarkılara (ayrıca bunlar etnik-ırkçı çizgiyi temsil eden şarkılardı) şahit olduk. Meğer Türkmen müzisyenler olmadığından Türkmen köylülerin düğünlerinde de türküler büyük oranda Kurmançca söyleniyormuş.

Nitekim söz konusu Türkmen Alevî köylüleri ile Bismil ilçe merkezinde yaşayan Alevî Türkmenlerle yaptığımız sohbetlerde birçok Türkmen köyünün zamanla Kurmançlaştığını, köylerin isimlerini vererek ifade ettiler. (Bunların isimleri bizde mahfuzdur.)

Ayrıca Şeref Han ile Evliya Çelebi’nin kayıtlarından hareket ederek, bölgede temas ettiğimiz ve ciddi miktarda bulunan Hanefi mezhebine mensup Kurmançlar ve bilhassa Zazalar hakkında da sosyolojik tetkikler yapılmasının büyük faydalar sağlayacağını Türk bilim insanlarının dikkatine sunuyorum.

EL-MUHTARE

İSLAM'IN KAYIP ŞEHRİ
İslam’ın öteki yüzünden yani aykırı tarihinden bir “fekku ragabe” (kölelere özgürlük!) çığlığının hikayesi…
Kur’an’ın daha ilk surelerde (Beled; 90/13) tutuşturduğu o ateşe yanan zenci kölelerin; İslam tarihinin Spartaküslerinin o çoşkulu, bir o kadarda acılı, ibret dolu hikayesi…
Bir kez daha “tarih ibret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi” dedirten, o büyük öfke, isyan ve başkaldırı günleri…
Çalıştırıldıkları şeker kamışı ve pirinç tarlalarının ortasında kan, ter ve gözyaşıyla kurdukları özgürlük kentinin (el-Muhtare) düşüşü ve haritadan silinişinin ibret dolu hikayesi…
İmparatorluk tarihçilerinden, haklarında “asi, zındık, anarşist, kafir, servet düşmanı” yaftalamalardan başka bir şey duyulmadı.
Çünkü bütün kaybedenler gibi onlar da tarihe “yenilmiş asiler” olarak geçti.
Ancak “yenilmiş asilere” çiçek sunmak borcumuz…
***
Bundan 1147 yıl önce…
Hicri 250, miladi 863 civarı…
Hz. Peygamber’den 250 yıl kadar sonraları…
Abbasi İmparatorluğu’nun zirvede olduğu yıllar…
Bu yıllara gelinceye kadar Emevilere ve ardından Abbasilere karşı yüzlerce isyan olmuş, köle isyanları ise onlarca…
“Zenc hareketi” bunların en sonuncu ve kapsamlı olanı, diğerlerini geçiyoruz…
“Zenc” kelimesi Etiyopyalı ve Habeşistanlı anlamına gelen Zeng kelimesinin Farsça’ya Zenc olarak geçmesinden türetilmiş. Buradan da Zengibar denilmiş. Abbasi tarihçileri genellikle Zenc diye yazdıkları için Zenc hareketi olarak geçiyor… Hind kökenlilere Zutt, Pers asıllılara da Esavira demişler. Şehirlerde yaşadıkları varoşlara da Ahmas adını vermişler.
İşte konumuz Abbasilere 14 yıl kök söktüren bu Zenc hareketi …
***
Önce hareketin ekonomi-politiğinden başlayalım.
“Şattu’l-Arap su yolu” kelimesini İran-Irak savaşında çok duymuşşunuzdur.
Dicle ile Fırat nehirlerinin Basra körfezine dökülmeden önce birleşip 193 kilometre boyunca aktığı yere deniyor. Şatt sahil, kıyı demek, Şattu’l-Arap da Arap sahili, kıyısı oluyor.
Buralara daha önce Şatt-ı Osman (Osman’ın kıyıları) deniyordu. Çünkü bu topraklar Halife Osman zamanında Osman b. Ebi’l-As es-Sakafi’ye ikta olarak verilmişti.
Hz. Osman, kendinden önceki Hz. Ömer’in toprak politikasında iki önemli değişiklik yaptı: Kureyş’in Medine dışına çıkamayacakları ve toprak sahibi olamayacakları yasağını kaldırdı…
Yasağın kalkması ile birlikte Emevî oğulları gözünü Basra körfezindeki bataklık arazilere diktiler. Buralar bataklık olduğu için ölü arazi (mevat) hükmündeydi. Bu nedenle de vergi olarak onda bir (öşür) alınıyordu. Bu bataklıkları kurutma ve ekilebilir hale getirmek için, önce savaş ganimetlerinden elde ettikleri gelirleri devletten takasla buralara yatırdılar. Yani ölü hazine arazilerini savaş ganimetleri karşılığı mülkiyetlerine geçirdiler. Hz. Osman’ın izin verdiği buydu.
Bu bataklıkları kurutmak yani ıslah ve ihya etmek için de Afrika’dan köle getirdiler. Köleleri yoğun emek isteyen bataklıklarda ağır şartlarda çalıştırarak oraları çiftlik arazisi haline getirmek istiyorlardı. Böylece büyük “Bahçe sahiplerinden” olacaklardı.
Böylece geniş toprak sahibi ailelerin ortaya çıkmasının önü açıldı. Sonraki iki asır boyunca feodalite İslam toprağında alabildiğine boy attı, onlarca, yüzlerce Kureyş kabile ağası büyük arazi, çiftlik ve bahçe sahibi haline geldi. Bataklıkları kurutup bahçe/çiftlik haline getirmek için binlerce köle çalıştırmaya başladılar. Klasik arazi fıkhında bile toprak köleliği olmamasına rağmen Roma toprak düzenine dönerek toprak köleliği (plep/serf düzeni)) ihdas ettiler. Ve bunu büyük bir ihtirasla yaptılar.
Bataklığı kurutma işi tuzları temizleme ve süpürme şeklinde oluyordu. Bu nedenle buralarda çalışan kölelere “Şurciyyun” (tuzcular) ve “Kessâhun” (süpürücüler) deniyordu. Bu işten büyük tuz tüccarları ortaya çıkmıştı. Elde ettikleri tuzları dış pazarlara, hatta Doğu Afrika’ya satarak bunun karşılığında köle, abanoz ağacı ve altın alıyorlardı. Böylece tuzu temizlenerek ziraate elverişli hale getirilen araziler kendi mülkleri oluyordu.
Bataklıkları böylece çiftlik ve bahçe hale getiren kölelerin işi burada bitmiyordu tabi.
Kurulan büyük çiftliklerde şeker kamışı, pirinç ve pamuk başta olmak üzere imparatorluk şehirlerinin hububat, sebze ve meyve ihtiyacı karşılanıyordu. Özellikle şeker kamışının yetiştirilmesi; ekimi, büyümesi, sulaması, bakımı, hasadın toplanması, şekerin çıkarılması ve imal edilmesi, yılın oniki ayı süren ve yoğun emek isteyen oldukça nazlı tropikal bir bitkiydi. Bunun için yoğun bir köle emeği gerekiyordu.
İlginçtir Güney Amerika’ya Afrika’dan gemilerle götürülen köleler de örneğin tropikal bir iklime sahip Brezilya’daki şeker kamışı tarlalarında çalıştırılmıştı. Buralarda da 400 yıl boyunca kölelik kaldırılana kadar yoğun bir şekilde köle istihdam edilmişti. “Kapitalizmin en sevilen çocuğu şeker kamışı tarlalarıdır” sözü boşuna söylenmemiş.
Ancak Şattu’l-Osmani’de çalıştırılan köleler o kadar şanslı olamadılar. Bölgede kısa sürede ortaya çıkan yeni “Bahçe sahiplerinin” tarlalarında ölesiye, gece gündüz çalışmak zorundaydılar.
İmparatorlukta köleliğin kaldırılmasına dair hiçbir işaret de yoktu.
Kur’an’ın köleliği kınayan ayetlerini bayraklarına yazıp meçhule kılıç çekmekten başka yol görünmüyordu.
Nitekim öyle yaptılar.
Bayraklarına “Fekku ragabe” (kölelere özgürlük!), “Allah müminlerin canını ve malını cennet karşılığında satın almıştır” yazılı ayetleri yazarak başkaldırdıklarında, modern kapitalizmin doğmasına daha bin yıl vardı…
***
“Sahibuzzenc” (Zenci dostu/ lideri) diye anılan Ali b. Muhammed, Abbasilerin başkent olarak kullandıkları zamanlarda Samarra’da yaşıyordu. Abbasi halifesi Musta’ın döneminde İslam dünyasında başta Şiîler olmak üzere muhalif dünya “Mehdi gelecek, vahşet bitecek” beklentisi içindeydi. İmparatorluğun dört bir yanında mehdi iddiasıyla ayaklanmalar birbiri ardınca patlak veriyordu.
Zenci lideri Ali b. Muhammed böylesi bir zamanda ortaya çıktı.
Şair ve edebiyatçı bir kişiliği vardı. Hat, gramer ve astronomide ilerlemişti, hocalık özelliği vardı. Abbasi başkentindeki lüks ve sefahati, ahlaki çözülüşü yakından gördüğünden “İçki buralarda su gibi akıyor/İnsanlar günah işlemeye ne kadar da düşkünler” diye dizeler yazdığını görüyoruz.
Adından da anlaşılacağı gibi soyunu Hz. Ali’ye dayandırdı. Çünkü muhalefet akımları eğer başarı kazanmak istiyorlarsa bu şemsiye altına girmek zorundaydı. Ortaçağ İslam dünyasında yeni bir dünya için muhalefetin ve umudun dili buydu.
Başkent Samarra’dan Bahreyn, Basra, Kufe, Bağdat gibi şehirlere giderek kuvvet toplamaya başladı. Çöl içlerinde bedevilerle görüştü.
En güçlü katılım bugünkü Basra körfezi civarındaki bataklık bölgelerde çok ağır şartlarda çalışan zenci kölelerden geldi. Kureyş toprak ağaları tarafından Afrika’dan bu bölgeye getirilerek kanallarda çalıştırılan tuz işçileri (şurciyyun) ve süpürme işçileri (kessâhun) akın akın Ali b. Muhammed’in davetine icabet etmeye başladı. Efendilerinden kaçan binlerce köle hareketine katıldı.
Ali b. Muhammed, bataklıklarda çamur deryası içinde çalışan köleleri ziyaret ediyor, çoşkulu konuşmalar yapıyordu. Köleliğin sona ereceğini, efendilerinden kaçarak harekete katılanların özgür olacağını söylüyor ve Kur’an’dan ayetler okuyordu. En çok öne çıkardığı “Allah mu’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır” (Tevbe; 9/111) ayetiydi. Bu ayeti okuyarak Allah’ın kullarının insanlar tarafından alınıp satılamayacağını, yegane satın alanın Allah olduğunu söylüyordu. Keza Beled suresindeki “Fekku Ragabe” (kölelere özgürlük!) gibi ayetlere sık sık göndermede bulunuyordu.
Efendilerinden kaçarak harekete katılan kölelerin tekrar iade edilmesi için teklif edilen köle başına beş dinar tekliflerini reddediyor ve bu maceraya herhangi bir dünyevi gaye için girmediğini, amacının Allah rızası, özgürlük, adalet ve dindeki bozulmanın önüne geçme olduğunu söylüyordu.
Böylece giderek güçlenen hareket korsan eylemlere başladı.
Abbasi kuvvetlerine baskınlar düzenliyor, gemilere el koyuyor, efendilerin konaklarını basıyor, ele geçirdikleri ganimetleri kölelere ve yoksullara dağıtıyorlardı.
En şiddetli çarpışmalar zengin toprak sahibi efendilerinin yaşadığı Basra şehrinde oldu. Binlerce zenci köle şehre girerek her yanı yakıp yıktı. Zengin konakları, şatafatlı evler, lüks villalar ateşe veriliyor, kendilerine engel olmak isteyenler kılıçtan geçiriliyordu.
Öfkenin pimi çekilmişti.
Siyah öfke dalga dalga büyüdü, büyüdü…
Bataklığın ortasında kendilerine bir şehir kurdular: El-Muhtare…
‘Özgürlük kenti’ anlamına gelen el-Muhtare aynı zamanda onların merkeziydi. İmparatorlukta efendilerinden kaçan ve özgürlük isteyen binlerce köle buraya geliyordu.
Zenci lideri el-Muhtare’de oturuyor, hareketi oradan yönetiyordu. İsyan giderek yayılınca bölgedeki şehir, kasaba ve köyler teker teker onlara geçti. Basra, Ahvaz, Übulle, Abadan gibi şehirleri de hakimiyetleri altına aldılar.
El-Muhtare’de kendilerine özgü para bile bastırdılar.
Paraların ön ve arka yüzlerinde şunlar yazıyor: “Tek olan Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed b. Emiru’l-Mu’în… Allah’ın adıyla bu dinarlar 261 (873) senesinde Muhtara’da basıldı… Allah muminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar… Muhammed Allah’ın elçisidir. Mehdi Ali b. Muhammed… Kim Allah’ın hükümleri ile hükmetmezse kafirlerin ta kendisidir. Dikkat edin Allah’tan başka hüküm koyan yoktur ve Allah’tan başka itaat edilecek yoktur…” (Bu paralar şu an Londra Biritishe ve Paris müzelerindedir).
Abbasi tarihçilerinin aşağılama ve suçlama dolu iddialarına rağmen zenci lideri gayet iyi niyetliydi. Hareketin sivil halka değil; bizzat toprak sahibi efendilere ve bunları destekleyen Abbasi devletine karşı olduğunu bizzat tarihçi İbnu’l-Esir bile söyler.
Ancak Zenc hareketi köklü bir proğramdan yoksundu. Nitekim Ali b. Muhammed’e Karmati lideri Hamdan b. Karmat’ın “Sende asker var, ben de ise proğram (mezhep), gel birleşelim” diye mektup yazdığını görüyoruz. Ancak bu teklifin zenci lideri tarafından neden kabul edilmediğini bilmiyoruz.
Zenci liderleri hutbelerine başlarken daima “Allahu ekber, La hükme illa lillah” diye başlıyorlardı . Bayraklarına bu türden ayetler yazmışlardı. Ali b. Muhammed’in konuşmalarına ve kullandığı sloganlara baktığımızda Ezarika Hariciliği ve Şiî Zeydiliği arasında gidip geldiği görüyoruz.
Neden böyle olduğu gayet anlaşılabilirdir. Çünkü Ezarika Hariciliği İslam tarihinde eşitlikçi ve anarşist fikirleri ile tanınmış bir guruptur. Halife seçiminde zenci-beyaz herkesi eşit görürler. İmametin Emevî-Haşimî farketmez soya bağlı olmasını reddederler. Bu nedenle Şiîliğin verasete dayalı Ehl-i Beyt imamet anlayışı onlara terstir. Ezarika Hariciliği İslam tarihinde genellikle ezilen ve horlanan sınıfların eşitlikçi ve devrimci mezhebi olarak bilinir.
Zenc hareketinin Şiî imgeleri kullanmasının ise Şiîlikte yeryüzünü adaletle dolduracak ve kötülüklerden temizleyecek “beklenen mehdi” anlayışının ezilen halk kitlelerinde uyandırdığı yankı sebebiyle olduğu anlaşılıyor.
Kısa sürede onbinlerce zenci kölelin katılımı ile “Sahibuzzenc” (zenci kölelerin dostu/lideri/kurtarıcısı) haline gelen ancak kendisi bir beyaz olan Ali. Muhammed liderliğindeki bu hareket bataklık ortasına kurdukları özgürlük şehri el-Muhtare’de 14 yıl hüküm sürdüler. Vergi toplayıp civar şehir, kasaba ve köyleri kendilerine bağladılar. Efendilerinden kaçan binlerce köleden oluşan birlik ve orduları ile kurdukları şehirlerde ortaklaşacı bir üretim ve paylaşım düzeni yaratmaya çalıştılar. Büyük toprak sahipleri ve onların siyasi ve askeri koruyucusu merkezi imparatorluk (Abbasiler) ile defalarca üzerlerine kuvvet gönderilmesine rağmen ölesiye savaştılar.
Kendi kurdukları şehirlerde kısmî özgürlüklerine kavuşmuşlar ama düzenli bir proğramdan yoksun oldukları için tam bir yönetim de tesis edememişlerdi. El-Muhtare’de kurdukları düzen ortaçağ İslam dünyasının feodal geleneklerini tam aşamamıştı.
El-Muhtare’de kurulan yeni düzenin kısa sürede asıl amaçlarından uzaklaşarak, “karşı çıktığına benzeme” kadim hastalığına yakalandığını görüyoruz. Liderlerinin Abbasi sultanlarına özenerek şatafatlı hayat sürmeye başlaması üzerine bu sefer “içlerinden çıkan efendilere” öfke ve isyan sesleri yükselmeye başladı. Bir kez daha “acılar içinde doğan dinler ve devrimler, iktidara gelince rahat ve konfora gömülür ve yozlaşır” kuralı işlemekteydi… Sonra yine yeniden…
Zenc hareketinin devamı mahiyetindeki Karmatilerin el-Ahsa’da kurdukları şehre baktığımızda ise daha gelişmiş bir proğram ve eşitlikçi, ortaklaşacı bir düzen çabası görüyoruz. Öyle ki Karmatilerin dini, siyasi ve felsefi proğramları İslam tarihinde “İhvan-ı Safa” adıyla tanınmıştır. (Karmatileri başka bir yazıda ele alacağız).
***
Gelelim Zenc hareketinin ve liderleri Ali b. Muhammed’in akibetine…
Abbasiler, Saffari ve Tolunoğulları tehdidi ile uğraşmakta olduğundan, Zenc hareketine köklü bir çözüm üretememişlerdi. Nihayet el-Muvaffak komutasında düzenli bir ordu ile zencilerin eline geçen şehirleri bir bir kuşatmaya başladılar. Önce ambargo uyguluyor, aç ve susuz bırakıyor, iyice güçten düşürdükten sonra köyleri yakıyor, şehirleri tarumar ediyorlardı.
Böyle böyle Zenc şehirleri el-Mani’a, El-Mansura ve Ahvaz düştü.
Abbasi kuşatması Zenc başkenti el-Muhtare’ye yöneldi. Şehre giriş çıkışları kestiler. Ambargo bütün şiddeti ile günlerce devam etti. Var gücüyle asılan Abbasi ordusu şehri yok etmek, köleleri tekrar efendilerine teslim etmek ve köle liderini idam etmeyi kafaya takmış ve bunu bir “devlet gururu” haline getirmişti.
Bataklığın ortasında kurulan hareketin başkenti el-Muhtare’de günlerce göğüs göğüse çarpışmalar oldu. Onbinlerce köle “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığı” için ölümüne çarpışıyor, vuruşuyor, ölüyorlardı.
Abbasi orduları adeta öldüre öldüre bitiremediler.
Dört bir koldan şehre son bir saldırı düzenlediler. Taş üstünde taş bırakmamacasına zenci köleleri kılıçtan geçirdiler. Liderleri Ali b. Muhammed’in etrafında vuruşa vuruşa ölüyorlardı. Nihayet Ali b. Muhammed, Ömer Muhtar’ın yalnız kalma sahnesi gibi tek başına kaldığı bir anda yakalandı.
Kendisine eman verilmesine, isyan boyunca çok cazip teklifler yapılmasına, mağlubiyetin ucu görününce yakın adamlarından kendisini terk edenler olmasına rağmen teslim olmadı ve vuruşarak ölmeyi tercih etti.
Öldürüldüğünde 48 yaşındaydı. Kellesi kesilerek mızrağın ucuna takıldı. Bağdat’a getirilip meydanlarda günlerce teşhir edildi. Bağdat’ın ‘yeşil sarıklı olu hocaları’, kölelerin ve cariyelerin hizmet ettiği ‘yeşil saraylarda’ “vatan, millet ve servet düşmanlarını kahreyle ya Rabbi!” diye dualar etti.
“Bahçe sahipleri” huzura garkoldu.
Kölelerin kurduğu el-Muhtare’de ise gökyüzüne yükselen dumanlar akbabalara karıştı. Kan ve ceset kokusundan şehre girilemez oldu.
Şehri baştan aşağı yıktılar.
Cesetleriyle birlikte cayır cayır yaktılar.
Geride hiçbir kalıntı kalmasını istemediler.
14 yıl süren isyanda İbnu’l-Esir’e göre 500 bin kişi öldü.
Bugün zenci kölelerin Dicle ile Fırat’ın birleşip Basra körfezine aktığı yerde, çalıştırıldıkları şeker kamışı ve pirinç tarlalarının ortasında kurdukları ve adına ‘özgürlük kenti’ (el-Muhtare) adını verdikleri şehirden kalma hiçbir kalıntı yoktur.
Ne filmleri çekildi, ne romanları yazıldı, ne de tek bir ağıt duyuldu.
Adı: el-Muhtare idi.
İslam’ın kayıp şehri el-Muhtare…

ORGİA İFTİRASININ TARİHSEL KAYNAĞI

Mum Söndü İftirasının Tarihsel Kaynağı Ne?
Macar asıllı araştırmacı İmre Adorjan, "Alevilik" isimli kitapta Mehmet Ali Erbil'in gafı ile yeniden gündeme gelen "Mumsöndü" konusunun tarihsel kaynaklarını yazdı.
Adorjan, bu suçlamanın tüm dinlerde yapılan genel bir iftira olduğunu gösterdi. Üstelik Adorjan'ın iddiasına göre Aleviler'e bu iftirayı atanlar bu suçlamayı Hıristiyanlar'dan öğrendi.
İşte o makale:
Cinsellikle ilgili yasaklara sahip olan herhangi bir toplumun bütün kanunlarında, orgia iftirası çok etkili bir silah olabilir. Bu iddianın her sözü, sufilere karşı kullanılan “orgia iftirasına” tamamen uyar. Hiç bir gerçeği içermeyen bu suçlamanın asıl kaynağını araştırırken, ilginç sonuca ulaştım.
OSMANLI TARİHİNE BİR BAKIŞ
16.yüzyılda Doğu ile Merkez Avrupa(Macaristan), Balkan( daha once Bizanslılara bağlı Sırbistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Eflak vs.), bütün Anadolu, Yakın Doğu(Lübnan, Suriye, Irak, Hicaz, Yemen) ve Kuzey Afrika(Mısır, Cezayir) toprakları Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresine geçti. İmparatorluğun büyük ve kuvvetli olduğu zamanından başlayarak, Yavuz Sultan Selim saltanatından(1512-1520) 1924 tarihine kadar, hilafet Osmanlı hanedanının elindeydi. “Halife-i müslümin” ve “Ruy-i Zemin” ya da “Müslümanların Halifesi ve Yeryüzünün Halifesi” manasına gelen ünvan, Osmanlı padişahları tarafından kullanılırdı.
16.yüzyılda hem Osmanlı devletinin Müslüman padişahları ve hem de Avrupa Hıristiyan devletleri arasında en kuvvetli olan V.Şarlken (Almanca: Karl), bütün dünyada dini ve siyasi liderliği ele almağa çabaladılar. 1530’da Bolonya’da Roma papası tarafından V.Şarlken’e “süslü piskopos tacı” giydirildi. Kanuni Sultan Süleyman Venedikli sarraflara dört taçtan, o zamana kadar Türk padişahlarının eşyaları arasında bulunmayan, geleneğe de uymayan bir külah gibi yüksek taç yaptırdı. Süleyman, bu eşsiz taç giysiyle bütün dünyaya giyenin en kuvvetli olduğunu bildirmek istedi, çünkü Papa ve Alman İmparatoru V.Şarlken’in taçlarının parça sayılarının tümünün toplamı Sultan Süleyman’ınkiyle eşitti. Aynı zamanda, Sultan Süleyman’ın yeni tacı Osmanlı Devleti’nde din ve siyasi iktidarın bir elde toplandığı da sembolize ediyordu.
Bu çok büyük imparatorluk içinde, çeşitli uluslar ve halkın/halkların farklı inançları, dinleri de mevcuttu. Osmanlı idaresinin hoşgörüsü, fethettiği ülkelerin dinlerince bilinirdi, ama devlet idaresine karşı ayaklanmalar, en küçük bile olsa şiddetle bastırılırdı.

Bu büyük devlet içinde merkezi idareye karşı çeşitli muhalefetler vardı. Osmanlılardan daha önce başlayan ve Anadolu’da artık Selçuklu idaresine karşı manevi kaynağı sufilikte olan ayaklanmalar 16.yüzyılda da bitmedi.
“13.yüzyılda Baba İlyas ve Baba İshak’ın, 14.yüzyılda Şeyh Bedrettin’in liderliklerinde baş gösteren halk ayaklanmaları da (sufiliğe bağlı) Batini davranışlardır. Aslında Tasavvuf, Gizemcilik, Mistisizm, İsmaililik vs. gibi mezhep ve tarikatlar… Dinle savaştan doğmuştur… Tarihteki bütün toplumsal başkaldırı ayaklanmaları din biçimine bürünmüştür… Yunus ve Hacı Bektaş’ın (demek ki sufi tarikatların) ayaklanması, halk ayaklanmalarını besleyen bir fakir ve düşünce ayaklanmasıydı. Silahlı değildi, ama silahlara yön verecek potansiyele sahipti.
HIRİSTİYAN MEZHEPLERİNE BAKIŞ
Doğu Avrupa
Maniheizm ikilik (dualism) dinine yakın Paulikian mezhebi, Hıristiyan dininin asıl, ilkel, gösterişsiz şeklini geri alması için Suriye’deki Konstantinosca tarafından 7. yüzyılda kuruldu. Talebelerini “Hıristiyanları” ve Roma Katoliklerini, “doğru” Hıristiyanlardan ayırt etmek için sadece “Romalılar” şeklinde adlandırdı. 8.yüzyılda Ermenistan’da, Hıristiyanlığın Doğu’daki ucunda, Ortodoks Ermenistanlılar tarafından kovuşturulan Poulikianlara karşı orgia suçlaması, Hıristiyanlarca manevi silah olarak ilk defa kullanıldı.
Bulgaristan’da Çar Peter (927-969) zamanında Bogomil mezhebi, Roma Kilisesi’nin radikal düşmanı olarak ortaya çıktı. Bogomil’in kendisi, Bulgar Ortodoks papazdı ve mezhebinin temel düşünceleri arasında Messalian, Paulikian ve daha önceki Maniheizm fikirleri vardı. Bogomil’e göre dünya iki idare altındadır:”İyi”(tanrı) ve “Kötü” (satanael). Bütün görebilen dünya, Kötü’nün yapısıdır ve Kötü’nün hedefi oldu. Temiz, canlı din ve afif asketik hayat için çabaladılar. Her nevi dış kült, kilise merasimleri ve hemen hemen Roma Kilisesi’nin tüm teşkilatını bıraktı. Bu, aynı zamanda dünyanın var olan teşkilatının bırakılması da demekti, çünkü buna en kuvvetli dayanak veren teşkilat Hıristiyan Kilise idi. Bogomil hareketi, halkın hükümdarlara, büyüklere ve zenginlere karşı itiraz etmesinin bir ifadesiydi. II. yüzyılda Bogomil mezhebi tarafından, o zamanda Bizans’ın en tehlikeli düşmanı olan Peçenekler desteklendi. İmparator I.Alexios Komnenos (1081-1118) Bogomil mezhebine karşı, bunun hem devlet için, hem de kilisenin teşkilatı için tehlikeli olduğundan dolayı, Ortodoks Kilisesi ile el ele savaş ilan etti. Balkan yarımadasında oluşmuş Bogomil dalaleti (heresis), geniş alanda yaygınlaşmıştı ve devletin başkentinde de sayısız üyesi vardı. İmparator tarafından dalalet hareketinin yok edilmesi, devletin önemli bir vazifesi sayıldı. Bogomil lideri Basileos ve fikirlerini kabul eden öğrencileri, ateşe verildi.
Bogomilizmin kökleri Bulgaristan’da ve Makedonya’da ise de, daha sonra bütün Balkanlar’da, Bosna’da, Sırbistan’da, hatta çeşitli isimler (Babun, Pataren, Kathar, Albingens vs.) alıp İtalya’da, Güney Fransa’da yaygınlaştı.
Gnostizmle karışmış Manikheizmden yeni oluşmuş Bizans ve Roma Kilisesi’nin idaresini kabul etmeyen, hatta ayaklamaya başlayan çeşitli dalalet mezheplerinin ilk ocağı, büyük olasılıkla Balkanlar’daydı. Balkanlar’dan, önce Haçlı Seferleri, sonra Osmanlılar’ın Batı’ya doğru ilerlemesi yoluyla, kaynağı Doğu’da olan birçok düşünceyle beraber, hemen hemen bütün Avrupa’da yaygınlaştı.
II. yüzyılda Bizanslı felsefeci Psellos tarafından Bogomillere karşı yazılan “eleştiride” artık Eskiçağ’da da mevcut olan orgia suçlaması kullandı. Bu tarihten sonra, bu tip suçlamalar, Ortaçağ’ın sonuna kadar, hem Doğu Ortodoks(Bizans), hem de Batı Roma Katolik Kilisesi’nden dalalet dinlerine karşı sürdürülen mücadelenin en uygun aracıydı.
Batı Avrupa
756’da Frank Kralı yardımıyla kurulmuş, merkezi Roma’da olan Kilise Devleti, dünyevi idareyi ele almak için, dini vazifesini ihmal etti, aynı zamanda Papalık yerli yöneticileri olan piskoposların, hatta papazların ve rahiplerin ahlakı bozuldu. Kilise ile öğrettiği din, ahlak ve yöneticilerinin yaşam biçimi arasında ilişki yoktu. Papazlar dünyevi idareyi ele almaya çabalarken, kilise hizmetleri şantajla satın alındı; merasimleri, cansız gösterişleri palavra oldu. Kilisenin kötüleşmiş durumuyla halkın dininin düzeltilmesi için manevi, bazen silahlı ayaklanmalarla mücadele edildi.
Roma Katolik Kilise idaresinin zayıflatılması için 10.yüzyılda Kuzey İtalya’da şehir burjuvaları tarafından “kommuna” olarak adlandırılan bir tür “şehir belediyesi” kuruldu. Belediye, Romalı piskoposlara karşı burjuvanın yararına çalıştı. Burjuva hareketi kuvvetlenince 1056’da Milano, Lodi Pavia halkı, metres sahibi olan, rüşvet alan zengin papazlara karşı ayaklandı ve silahlanarak savaştı. Hıristiyan Kilise’nin, ilkel temiz, demokratik durumu ihya etmesini istediler. Kommuna hareketinde politika, din dalaletiyle karıştı, çünkü şehir halkına feodal beylerin kuvveti- gerçekte feodal beyleri olan- piskoposlar tarafından uygulandı. Avrupalı burjuva sınıfının feodalizme karşı ayaklanması, din ve dalalet (heretik) şeklinde oluştu, yüzyıllarca kilise ve din düşüncesine bürünüp sonuna kadar “antiklerik” niteliği vardı.
Kathar (katharos) mezhebinin kaynağının kesinlikle Doğu’da olduğu, hem İncil (biblia) tercümesinin tarzından, hem de Kathar yazı kaynaklarından, hatta Bulgar Kilisesi’ni Kathar Kiliseleri arasında zikretmesinden de kanıtlanır. İtalya’da patarini (patareni, patarelli,pataria), Fransa’da bougres, sonra tisserants ve Albingens, İngiltere’de poulikian sözünden poplikanus, Hollanda’da piphles, Lombardiya’da gazarri, Almanya’da ketzer, Macaristan’da kacer olarak adlandırılan mezheplerin asıl ortak kaynağı Bogomil düşüncelerindeydi.
Kathar mezhebinin ahlakı, yaşama tarzı ve kuralları çok sertti. Kutsal Ruh’tan vaftiz almış ve seçilmiş kamiller (katharoi=temizler) İsa ve onun havarileri gibi, fakirlik içinde yaşar, yalan söylemez, yemin içemez, savaşa katılmaz, dünyevi mahkemede iş yeri alamaz, kan dökemez, hayvan öldürmez, et yemez, evlenemez. Mezhebin büyük kitlesi, inananlardan (lat.credentes) ve dinleyicilerden (Lat.auditores) ibaretti. Bu mezhepte su ile vaftiz kabul edilmedi, ateş ve can ile vaftiz alındı. Vaftizden once, üç gün oruç tutuldu; “ikrar alma” töreninde yeni üye olmak için başvuranın başı üzerine, bir seçilmiş kamil, el koydu. Hatıra için bir keten ya da yün ip verildi. Bunu yakasında, gömleği üzerine giymeliydi. Bundan sonra “giydirmiş” olarak (Lat.indutus) adlandı. İncil okunmasından ve dua edilmesinden ibaret olan basit merasimlerin sonunda, sevgiyi sembolize eden ortak yemeğe katılıp kutlu ekmek yediler, ama şarap içmediler.
Hıristiyan mezheplerinin temel düşünceleri arasında olan mistisizm ile resmi, devlet idaresinden desteklenen kilisenin anlayışlı davranışı, kötüleşmiş hayat tarzı yerine, insanlara temizlenmiş, ahlaklı din vermesinin isteği ve Müslüman sufi mezheplerin arasında fark bulunmaz. İkisi de tanrı ve insanların araçsız ilişkide(Hakk ile birleşmek) olması için çabaladı. Hatta Katharların din kurallarına ve merasimlerine bakılınca, sufi tarikatların şartlarına ve “ikrar alma” törenlerine çok yakın olduğu göze çarpar. (Şakir)Keçeli
“ Bogomilizm ile Alevilik(sufilik) arasında hiçbir organik bağ yoktur. Bu din yorumcularının öncüleri birbirlerinden haberdar bile değildirler. Fakat din yorumları birbirine benzemektedir.” der ve ekler:
“ dinlerin tümünde sufiliğe benzeyen yorumları buluruz. Örneğin… Hıristiyanlıkta Plotinos, Pavlucienler, Bogomiller, İtalya ve Bosna’da Patarinler, Kathar Şövalyeleri; Müslümanlıkta… Şi’a, Mutezile, Batınilik, Türkistan’da Melamitilik, Kalenderilik, Haydarilik, Yesevilik; Anadolu’da ise Babailik, Bektaşilik ve Alevilik…” Şekilci din yorumcularının acımasızlığının birbirine çok benzemesi gibi…”
Keçeli
“ Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da iki farklı din yorumu vardır. Her iki dinde de şekilciler ve kullaştırmacılar aşk ve sevgi yandaşlarını dinsizlikle suçlamışlar ve onları acımasızca katletmişlerdir.”

der ve konumuz açısından, çok önemli olan bu ibareleri yazarken “Bogomilizm ile Alevilik(sufilik) arasında hiç bir organik bağ yoktur” kanaatine ulaşırsa da, Bogomillerin ve Alevilerin iktidar mevkiinde bulunanlar tarafından aynı iftira ile suçlanmasının sebebini ve kaynağını araması da gerekirdi.
Antik Dünya ve Ortaçağ’daki Hıristiyan dinin iç muhalefeti ile Müslüman sufi tarikatlar arasında iftira konusunda ne ilişki vardır, sorusuna sefahat ile ilgili suçlamanın tarihi cevap vermektedir.
SEFAHAT İLE İLGİLİ İFTİRA OLUŞUMU
Romalı tarihçi Livius zamanında, politik ve dini rakiplere karşı uygulanan iftira ya da orgia suçlamasının stereotipinin hazır olduğu görülmektedir, çünkü MÖ 186’da yapılmış “bacchanalia meselesi”ni ayrıntılı olarak bildirir. Çeşitli orgia suçlamaları, Roma’da Konsüllerin birbirlerine başlattığı davalarda ve idam edildikten sonra da fesatçıların hatırasına kara sürülmesi için, çok defa kullanıldı. Romalılara, bu gibi suçlamaları MÖ 2.yüzyıldan başlayarak, Milattan sonra ortaya çıkan erken Hıristiyan din hareketlerine karşı da uyguladı.
MS.2.yüzyılın sonunda Felix Minucius Hıristiyanları suçlayarak:
“(Hıristiyanlar) bir delilik etkisinden hayvanların iğrenç cinsinin, eşek kellesine… Tapmışlardan haber aldım… Merasimlerinde papazın cinsel organlarını öperler, babalarınkine ise put olduğu gibi taparlar… Yeni üyeleri mezhep içine almasının merasimi iyi tanınır… Bayramlarında yaptıklarını herkes iyi bilir… Bayram günlerinde çocuklarıyla, kardeşleriyle, anneleriyle ve çeşitli yaşta olan erkeklerle ve kadınlarla beraber bir araya gelirler. Eğlencedeki gerginlikte, içki içtikten sonra kötü arzuları yükselerek.. çerağ sütunu düştükten sonra ışık söner, …karanlıkta tutku yırtılır, kim kiminle birleşilir sadece tesadüfler sonucudur… Şöyle kendisi yapmazsa da, olaya katılanların her birisi bu suçta ortaktır…” şeklinde betimliyordu.
Felix Minucius isteyerek Hıristiyan merasimlerini yanlış anlatıyor. Hıristiyanlar, gerçekten toplantılarına erkekler kadınlarla beraber geldiler ve onların birbirlerini öperek selamlaşmaları eski bir gelenekti. Aralarındaki bu öpüş, “barış öpüşü” şeklinde adlandırılırdı. İncil’de “ birbirinizle aziz öpüşle selamlaşınız” diye yazıyordu. Ayin sonunda İsa’nın, Havarileriyle beraber yediği akşam yemeğini hatırlamak için “sevgi konaklama” (eski yun. agape) düzenlendi. Bu, bazen eğlenceye döndü, ama her zaman dinin sert kurallarına uygundu.
HIRISTİYANLARCA KULLANILAN İFTİRALAR

Avrupa’da çeşitli ama en fazla da temelsiz iftiraların aslı ve maksadı eskiden araştırılmıştı. Örneğin, bir araştırmacı, sefahatla (orgyastic) ilgilenmiş:
“ Sefahat iftira suçlaması, egemenlikte olan bir idare dini ve ahlaki reformlara karşı, kendi idaresini korumak için halk arasında her zaman bulunan önyargıları hareket ettirdi. Roma Katolik Kilisesi iyi bildi ki, her yeni dalalet (heretic mezhep) halk arasında beceriklidir, ama çzel halk kültürünün ve değerlerinin sahibi olan çiftçi ve burjuva topluluğunun gözünde, dalaletin yeni dini düşünceleri ile ahlakı, kilisece öğretilen resmi dinden daha uzaktır. Defalarca papazlarca desteklenilen topluluk, dalaleti öğreten kişileri taşladı veya ateşle yaktı. Önyargı desteklemesi arayışları arasında, orgia masalı çok etkiliydi.”
Putperestlere karşı Hıristiyanlarca sefahat suçlaması olarak kullanıldı. Cyprianus Karthago piskoposu (+285) “Ad Donatum” adlı eserinde Roma İmparatorluğu’nda karakteristik olan ve en önemli suçlar arasında akrabaların öldürülmesi, yakın akrabalar arasında yapılmış cinsel ilişkileri ve zina ettiklerini (Lat.incestus) tanrısızlıkları sayar. Hakikaten Roma, ahlakı bozulmuş, kötü durumdaydı ve zenginlerin eğlenceleri “orgia” ile biterdi. Birkaç yüzyıldan sonra Hıristiyan topluluk içinden gelen “heretik” (dalalet) hareketlerine daha önce putperestler karşısındaki iftira (orgia) suçlaması, kilisenin Ortodoks yöneticilerince kullanılmaya başlandı.
1022’de Orleans’ta Batı Avrupa’da ilk dalalete karşı sürdürülen davanın yazılı tutanağına,
“ o adamların ’cennetli’ olarak adlandığı akşam yemeklerini nasıl yediklerini söylemeliyim. Belirli gecelerde bir evde toplanırlar, lamba alıp bir kağıt makarada yazılmış demonların isimleri, Şeytan bir vahşi hayvan şeklinde aralarına varıncaya kadar okunur. Onu fark edince lambalarını söndürür, herkesin kendisine en yakında bulunan kadını zapt edip fırsatla istismar eder. Cinsel ilişki olsa da kendi annesiyle, kızkardeşiyle ya da bir rahibeyle, kutsal ve nazik olarak sayılır…” diye yazıldı.
Bogolizme çok yakın Kathar (eski Yun. temiz) dalaletiyle ilgili ilk kaynak 1114’de Soissons(Franda)da yazıldı.:
“ Bu Kelemen isimli çiftçinin öğrencileri… Evlenmeyi Kabul etmez ve çiftleşme yoluyla döl üremesini ayıplarlar. Aralarında beraber konaklayan erkeklere ve kadınlara rastlayabiliriz… Ama öyle söylenti de var ki, erkek erkekle, kadın kadınla yatar, çünkü aralarında erkeğin kadına yaklaşması yasaktır… Bodrumlarda ve çeşitli gizli yerlerde toplanırlar, ama orada iki cinsliler serbestçe karışırlar. Mumlar yakılınca, topluluğun arkasında yatan kişiye herkesin önünde çıplak kıçlı kadınlardan teklif edilir. Mum üflemekten (söndürmeden) sonra ‘Kaos’ başlayınca herkes ilk anda zapt edebildiğiyle sevişmeye başlar”
Roma Kilisesi’nden etkilenmiş Avrupalı din tarihçileri Ortaçağ’dan başlayarak günümüze kadar Bogomil inancına fesatlıkla baktılar. Onların Roma Kilisesi’nin kötüleşmiş hayatına karşı söylediklerini ve bunu eleştirdiklerini gerçekten açıkça yazdıklarını sakladılar. Bogomil inancın mistik (Budizm, Yahudi ve Hıristiyan din parçaları da içeren) din(mezhep) olduğu az kalmış tarih kaynaklarında da açıkça görünür.
1231’de Güney Almanya’da Valdens dalaletine karşı sürdürdüğü davada yazılmış, büyük olasılıkla zorla çıkarttırılan bir iftira zan altında bulunanların hayvanlara yaptığı çeşitli suçların sıralanmasının ardından
“ Bu merasimden sonra lambalar söndürülür ve herkes cinsine bakmadan en iğrenç safahatla ilgili faaliyete başlar… Bu dehşetli iş bitince, lambaları yine yakarlar ve herkes yerine döner.” ibareleri okunabilir.
Tabii bu mezheplerin merasimlerinde, düşmanlarınca suçlananlar elbette ki yapılmadı. Yine “aziz öpüş” ve İsa’nın son gecesi’ni hatırlamak için yapılmış “beraber yemek” (agape) isteyerek(!) yanlış yorumlandı.
Bu 12. ve 13. yüzyıldaki kaynaklarda bulunan “mum söndürmesi” ifadesinin kullanılmasının, konumuz için önemli oluğunu vurgulamak gerekir.
SUFİLER KARŞISINDA KULLANILAN İFTİRALAR
Oyun dolu demek ki,(semah ve dans), alkollü içki içilmesi özellikle mum yakılması ve söndürülmesi, sufi topluluğun ritüel merasimleri, Ortodoks Müslümanlık tarafından kabul edilmez.
Bektaşi ikrar töreninde saki, törende içileceklerin sürahisini, bardak vs., çerağcı da şamdanları temizler, mumları yerleştirir. Törenin 4. erkanı “çerağların uyarılması” sırasında çerağcı bir ufak mumu öperek, ocaktaki ateşten ve oradaki çerağdan delili uyarır, demek ki mumu yakar, dua eder. Tören bitirişinde çerağlar söndürülür. Sufi merasiminde mum yakılması ve idarenin payandaları Sünni hocaları çok öfkelendirmişti. Bunun yanında tarikatların merasimlerinde büyüklerinin (baba, dede, mürşit vs.) eli, omuzu, kaftan kenarı vs. kadınlarca da öpülür. Bu öpüş de (belki kasıtlı olarak) yanlış yorumlandı.
Osmanlı Fetvaları
Porta karşısında Şii tarafından etkilenmiş ve sufi babalarca yönetilen ayaklanmalar başlayınca Padişah divanında yer alan şeyhülislam, kendi iktidarını koruyan Padişahla sufilere karşı ittifak kurdu. Sünni ile iktidarlık bağlaşık oldu. Ortak amaç sufi hareketinin yok edilmesiydi. Bunun gerçekleştirilmesi için vazife ikiye bölündü. Manevi propaganda Sünni hocalarda kalıp, Porta iyi netice verecek iktidarlı vasıtayı aradı. Ortak maksadı Osmanlı İmparatorluğu’nda halk arasında geniş alana yayılmış ve büyük kitleleri etkileyen sufi düşünceleri yok edilmesiydi. Porta fetvaları Müslüman Ortodoksları destekledi.
Kâtip Çelebi, Porta fetvalarından şöyle yazdı:
“ ...ve fetvaların aslı, çoklarının saltanat tarafını korumak istemesindendir, çünkü geçmişte sufilerden çok zulüm ve kötülükler görülmüştür. Hele Şialar Devleti (Safeviler) sufilik yolundan ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı sert ve sıkı davranılarak mürşitleri çoğaltmaya ve yığılıp toplanmalarına yol açacak olan işin kızışmasına biraz gevşeklik gelmek maslahatı düşünülmüştür, dediler.”
Şeyhülislamın padişah ile barışık sufilere karşı yayınladığı fermanlar ve fetvalarda halkın, inançlı ile imansızın, sufilerden tiksindirilmesi uygun görüldü. II. Selim yönetiminde 1574’de Amasya’daki Kızılbaşların tevkifi fermanı hakkındaki fermanda:
“Amasya beyine, Lâdik ve Havsa kadılarına... Şaban ve Ramazan adlı kişiler, önceleri meçhul Kızılbaş iken, Kızılbaşların takibi sırasında idam edilmek korkusundan kaçıp Halveti tarikatına giren, daha sonra eski inançlarına dönerek bir köyün mescidinde yellendikleri, her yellenmede ‘Sünnileri yüzüne, Sünnilerin ruhuna” diyerek hakaret ettikleri öğrenilmiştir...”
Utanılacak davranış genel insan normlarını incitiyor, ama Müslüman ortağında Şaban ve Ramazan’ın yaptıkları, Allahın temizlik kanununun şartını büyük bir suçla bozdurdu. Ortodoks Müslüman kurallarına göre, mescitte oturmak da yasak; namaz kılınması sadece aptes (gusül) almaktan sonra mümkündür. “Yellenme” mescit dışarısında olsaydı, mekruh sayılırdı ve abdest tekrarlanmalıydı. Şaban ve Ramazan’ın yaptıkları suçun gerçek olup olmadığı bilinmez.
II. Murat idaresinde 1583’de çıkarılan bir ferman da yine Amasya’daki Kızılbaşların cezalandırılması hakkında:
“...dinden sapmış Kızılbaş topluluğunun kimi gecelerde toplanarak Cem yaptıkları, bu cemler sırasında Sünni Müslümanlara ‘Yezit geldi’ diyerek hakarette bulundukları, ayrıca geceleri gizlice yaptıkları bu toplantılarda avratların kızlarını meclise getirip birbirlerinin avratlarına ve kızlarına tasarrüf edip (ilişkide bulunup) işret yaptıkları, salat (namaz) ve savm (oruç) bilmedikleri, çocuklarına Ebubekir, Ömer, Osman isimleri takmadıkları, içlerinde olan bazı kişilere Celal halife, Resul halife gibi lakapları takarak sözde din uğruna cem ve cemaat yaptıkları bilinmektedir.”diye yazıldı. Fermanda Kızılbaşlar, akraba ile cinsel ilişki kurmakla (incentus) ile suçlanır.
Propaganda maksadı olan orgia iftirası Türk çiftçileri, zanaatçıları ve askerleri arasında bazen becerikli oldu. 16.yüzyılda şeyhülislamı etkilemek isteyenler Üstüvani adındaki bir yobazın etrafında toplanıp, Sivas dergahının mürşidine,
“Sen raks ve devran etmekle men’in vacib olmuştur. Ve tekkeni basub seni ve etba’ını, sana uyanları katlederiz ve tekkenin bir kaç arşın temelini kazıp toprağını deryaya dökeriz.” diye yazılı bir kağıt göndermişlerdir.
Sonuç
Osmanlı Devleti Balkan ülkelerini fethedince, önce Roma Kilisesi’ne karşı hem manevi, hem de bazı kere silahlı mücadele sürdürmüş bir topluluğun da sahibi oldu. İstvan Györffy, Balkanlar’da yaşayan halktan söz ederken,
“Katolik Hırvatlar, Ortodoks Sırplar ve Türkçe bilmeyen Müslümanlar. Müslümanlar aslında Bogomiller idiler... Bu inancın baş özelliği mistisizm ve batıl itikattı. Balkanlar’da, Bosna’da erken yayılmış ise de, Roma Papası ve Macar Kralı devamlı onları(Bogomiller) imha etmeye çalıştı. Bogomiller Hıristiyanların zor kullanmasından değil ama Müslümanların sabrı tarafından zapt edildi ve Türk idaresi başlayınca Müslüman oldular.” demektedir.
Osmanlı ordusuyla Balkanlar’a gelen yeniçeri ocakları yanında bulunan Bektaşi dervişlerinin ve çeşitli sufi hareketlerin faaliyeti de unutulmaz. Bogomil gelenekli halk gözünde, ecdatlarının dini ve sufiliğin din yorumcuları, temel düşünceleri, merasimleri arasında esas itibariyle fark görülmedi.
Ama Balkanları fetheden Osmanlıların idarecileri, beyler ve kadılar yeni kurulmuş vilayetlerinde, sancaklarında kalan Hıristiyan Roma Katolik Kilisesi’nin piskoposlarıyla görüşürken, onların büyük olasılıkla onların Bogomil mezhebine karşı kullandığı metodu tanıyıp, çabuk öğrendiler. Bir yandan Balkan halkı sufi olunca tarikat üyelerini sayısı yükseldi, öte yandan Balkan piskoposları tarafından sufilere karşı, Osmanlı devletindeki din büyüklerine, Şeyhülislama, kadılara devlet destekli idareye sefahat iftirasının elverişli olarak kullanılacağı silah verildi. Esasen, eskiçağdaki Romalı putperestlerden kalma iftira, yani muhalefet mezhep üyelerinin akraba ile cinsel ilişki kurmasıyla (Lat. incest) suçlanması, hem Hıristiyan Roma Katolik Kilisesi’nce, hem Osmanlıların İslam din adamlarınca çok eski bir topos (eski Yun.geniş alanda yaygınlaşmış gerçeksiz olay, hikaye ya da ispat, kanıt) olarak miras alındı.

2 Ekim 2010 Cumartesi

OKUL MÜDÜRÜ

OKUL MÜDÜRÜ
Nasıl Olmalıdır?
OKUL MÜDÜRÜNÜN Özellikleri ve Rolleri
1) Okul Kültürü, Okul İklimi ve Müdür: Okuldaki tüm insanların kabul ettiği değerleri, kabul ve inançları anlamındaki okul kültürü ve okuldaki insanların arasındaki ilişkilerin yapısı ve şeklinin belirlediği okul ikliminin oluşmasında en önemli etken Okul Müdürünün kendisidir. Bu konudaki stratejik konumunun ve rollerinin farkında olmalı ve okul kültürü ile okul ikliminin oluşmasında dikkatli olmalıdır.
Okulda kabul gören değerler anlamında örneğin herkesin zamanında işini yapması, adaletli ve demokratik davranması, başarıya endekslenmesi, kurumun menfaatlerinin her şeyin üstünde tutulması, okulun başarısı için özverili çalışma vb. özellikler okulun kültürünü oluşturur ve bu özellikler öncelikle suyun başında bulunan Müdürden ilham alır. Eğer Müdürde bu özellikler var ise suyun yukarıdan aşağı akması gibi diğer çalışanlara da sirayet eder ve sonunda kurum kültürü olarak yerleşir.
Aynı şekilde kurumdaki insanlar arasındaki adaletli, demokratik, saygılı, nazik, terbiyeli, seviyeli, kültürlü vb. insan ilişkileri de okul iklimini oluşturmakta olup, yine ilhamını suyun başındaki Müdürden alır. Müdürün çalışanlarla olan iletişimleri nasılsa bu ilişki türü aynen diğer insanlara da yansır ve bir süre sonra okul iklimi olarak yerleşir.
Nitekim “Müdür neyse okul da odur” özdeyişi bu gerçeğin özlü ifadesidir. Aksi halde aynı kanun ve yönetmeliklerin, aynı müfredat programının uygulandığı, aynı ders kitaplarının okutulduğu okulların birbirinden farklı olmasını hatta aynı çevrede yan yana bulunan aynı tür okulların bile içindeki işleyişin ve havanın farklı olmasını başka türlü izah etmek mümkün olamazdı.
O halde KALİTELİ OKUL için en öncelikli koşul KALİTELİ bir MÜDÜR’DÜR.
Hatta öyle ki Müdürün normal günlük yaşayışı, kişiliği, giyimi kuşamı, oturması kalkması bile okula yansır ve adeta okulun aynası olur. Okulun tamamı ya da kalitesi hakkında fikir edinmek için Müdürün odasına, masasına, üstüne başına, oturmasına kalkmasına, konuşmasına bakmak bile büyük ölçüde fikir verir.
Zira tekrar etmek gerekirse “Müdür neyse okul da odur.”
İşte bu nedenledir ki sendikalar okullara kendi adamlarının Müdür olması için çırpınmakta, hatta hatta sendikacılığı sırf yönetici atamaya indirgemektedirler. Zira kendi adamının atanması demek kendi zihniyetinde olan bir Müdürün okulun kültürünü, iklimini ve nihayet her şeyini bir süre sonra kendisine benzeteceği için tam da sendikanın istediği bir okul haline gelmesi demektir.
Tam da burada küçük bir not ilave etmek gerekirse, entelektüel tarafı sıfır, fikri olgunluğa erişmemiş, bilgi ve düşünce alt yapısı olmayan, dolayısıyla da dünya görüşü ve kişiliği oturmamış öğretmenlerin (ki maalesef sayları hiç az değildir) çok büyük olasılıkla, Müdürün rüzgârına göre şekil alacaklarını da dikkate alırsak sendikaların yönetici atama konusunda neden bu kadar ilgili alakalı oldukları daha iyi anlaşılacaktır.
2) Okulun çevre ile bütünleşmesi ve Müdür: Müdür, okula açık sistem yaklaşımı ile bakarak okulun çevresinden girdi (öğrenci) sağlayan, yine bu çevreye çıktı (mezun) gönderen ve gönderdiği bu çıktıların bir kısmının tekrar öğretmen olarak kuruma dönerek kaynak oluşturduğu gerçeğini bilmelidir. Okulu bu açık sistem yaklaşımı çerçevesinde çevresine açmak ve faydalı ve verimli hale getirmek Okul Müdürünün başta gelen rollerinden biridir. Bu çerçevede okulu sürekli gelişen, çevresine ve yeni gelişmelere uyum sağlayabilen nitelikte yönetmeli ve bir kurum olarak çağdaşlaşmasını, gelişmesini ve yenilenmesini sağlamalıdır. Okulun çevresi için var olduğunu, çevreyi dikkate almayan bir Müdürün ise zaten varlık sebebinin ortadan kalkmış olacağını bilmelidir.
Okulun çevresine eğitim öğretim hizmeti sunmak için var olduğunu, çevresi ile bütünleşmesi gerektiğini, bu bütünleşmeyi sağlayıp velinin desteğini almaksızın başarıya ulaşma şansının olmadığını bilen, okulun kapılarını halka açan, velileri okula taşıyabilen ve eğitime etkin bir şekilde katılımlarını sağlayabilen bir Müdür olmak durumundadır.
Çevresi ile bütünleşmeyen okulun başarı şansı sıfırdır. Zira “Çevre neyse okul da odur” özdeyişinde de ifade edildiği üzere eğitim seviyesi, yaşam standardı ve gelir düzeyi yüksek olan çevrenin bu özelliklerini aynen çevresindeki okula da yansıtacağı ve dolayısıyla da hem beklentilerinin hem de başarı durumlarının yüksek olacağı; buna karşılık yaşam standardı ve eğitim seviyesi düşük olan çevrede bulunan okulların da beklentilerinin ve başarı durumlarının düşük olacağı bilinen olgudur. Bu olguyu dikkate almayan ve çevresinin beklentilerine uygun bir okul yönetimi sergilemeyen Okul Müdürü, çevresince küçümsenerek hafife alınması bir yana başarı şansı da yine sıfırdır. Bu cümleden hareketle merkez okullara Müdür atamalarında yüksek lisans yapmış olma şartının getirilmesi bile yerinde bir uygulama olabilir. Çünkü Yüksek lisans öğreniminin kazandırdığı en temel özellik bilimsel terbiye, yani bilimsel düşünme özelliğidir. Gelişmiş olan çevredeki okulların temel beklentileri ise bu özelliktir. Diğer beklentiler ikinci planda kalmaktadır. Özetle çevre ile okul arasındaki kaçınılmaz benzerlik, aynı şekilde çevre ile Müdür için de geçerli olmalıdır. Örneğin Yüksek standartlı bir çevrede bilimsel düşünme özelliği olmayan, demokratik özümsemesi bulunmayan, entelektüel yanı zayıf olan, teknolojiye yabancı olan, düzgün Türkçe ile konuşmayıp şive ile konuşan, giyimine dikkat etmeyen bir Müdürün bırakın başarılı olmasını tutunması bile zordur. Şayet bu özelliklere sahip biri ısrarla bu okulda kalmaya devam ederse ya okulun başarını düşürür ya da okulun çevre ile bağlantısını keserek velilerin başta özel okul olmak üzere diğer okullara yönelmesine sebep olur. Kısaca “Çevre neyse okul da odur sözü, çevre neyse Müdür de o olmalıdır” şeklinde tamamlanmalıdır.
3) Örgüt sağlığı ve Müdür: Okul Müdürü aynı zamanda okulunu, çevresinden gelebilecek olumsuzluklara karşı koruyabilen, olumsuzluklarla başa çıkmasını başaran, okulun geleceğini olumlu yönde kanalize etmek suretiyle “örgüt sağlığı” konusunda okulunu sağlıklı okul haline getiren biri olmalıdır.
Zira okula çevreden ve üst yönetimlerden gelebilecek zararlar öncelikle Müdürün süzgecinden geçmelidir. Örneğin merkez okullar başta olmak üzere bazı okullarda çevreden öğretmenlere yönelik zaman zaman çeşitli şikâyetler gelmektedir. Bu şikâyetler bazen direkt Okul Müdürüne bazen de İl ya da İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerine yapılmaktadır. Bu tür yollarla gelen olumsuz durumlardan Müdür kurumunda çalışanları koruyabilmelidir. Eğer Müdür yetkisiyle ya da etkisiyle bu koruma işini başaramazsa personelin gözünde zaten etkisiz eleman konumuna düşecektir. Ayrıca herkesin kendi imkânlarıyla kendini koruma yöntemine başvurması durumunda ise kurumda otorite boşluğu oluşarak kurumun birliği ve güveni ağır bir yara almış olacaktır. Dolayısıyla da örgüt sağlığı bozulmuş olacak ve genel anlamda işlerin olumsuz bir mecraya doğru sürüklenmesi neticesinde başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûm olacaktır.
Son tahlilde MÜDÜR eğer MÜDÜRSE!
Çalışanlar üzerindeki güven ve etkisini muhafaza edebilmesi için dışarıdan gelebilecek her türlü zararlara karşı örgüt elemanlarını korumak zorundadır. Aksi halde gün gelip kendisinin de personeli tarafından korunmaya ihtiyacı doğduğunda yanında kimseyi bulamayabilir!
4) Denetleme, değerlendirme ve Müdür: Okulun ve çalışanların denetlenmesi ve her türlü değerlendirmelerin yapılarak gerekli düzeltmelerin yapılması yine Okul Müdürünün rollerinden birisidir.
Zira denetleyemediğiniz kurumu siz yönetmiyorsunuzdur zaten, ya da okulunu denetleyemeyen MÜDÜRÜN, MÜDÜR olup olmadığı tartışmalıdır.
Müdür okulda uçan kuştan haberdar olmak zorundadır.
Gerek yukarıdaki yönetmelik maddesinde resmi olarak kendisine verilmiş olan formal denetleme görevini gerekse resmiyetin dışındaki informal denetleme görevini mutlaka yapmalıdır. Gerçi okullarda Müdür için yılda en az bir kez öğretmenleri sınıfta denetlemek zorundadır şeklinde bir anlayış dolaşmaktadır; ancak bu bir efsanedir. Çünkü yukarıdaki yönetmelik maddesi gereği Müdür her saniye okulu denetlemek zorundadır zaten. Bunu en iyi şekilde yapabilmesi için bir değil on defa sınıfa girmesi gerekiyorsa bunu yapmak durumundadır. Nitekim eğitimin kırılma noktası sınıftaki ders ise ve de Müdür de derslerde kimin ne yaptığını bilmiyorsa hiç bir şey bilmiyor demektir. Hiç bir şey bilmeyen bir Müdürün okulunu yönetmesi mümkün olmadığı gibi, personelini değerlendirmesi ve onlara sicil notu vermesi de öğretmenin işine ve başarısına göre değil de ya kaşına gözüne göre ya da yalakalık durumuna göre olabilir ki mevcut halde uygulama genelde bu şekildedir. Ve ne yazık ki bu siciller yönetici atamada etkilidir ve en hazin tarafı da yargı kararları bu notları uygun bulmaktadır.
Gerçi ders denetimi ve yasal denetim bir uzmanlık işidir, Okul Müdürleri bu iş için yeterli değildir, kaş yapayım derken göz çıkarabilirler, bu öngörü doğrudur ancak; işte asıl mesele de tam da bu değil mi zaten yöneticinin karpuz seçer gibi seçildiği bir ülkede şimdi Eğitim Yönetimi Ve Denetimi alanında yüksek lisans şart olmalıdır falan diye bilimsel gerçeği buraya yazacağım ama eminim Türkiye’de büyük çoğunluk bunu masal zannedip bıyık altından gülecektir. Neme lazım iyisi mi ben yine o meşhur atasözüyle bitireyim “Kel başa şimşir tarak”
Ve son söz: Belki en başta söylenmesi gerekeni en sonda söylemiş olacağız ama unutmadan hemen ilave edelim ki;
“Müdür her şeyden önce adam gibi adam olmalıdır vesselam.”