TÜRKLÜK DUASI
(OĞUZ KAĞAN)
ULU TANRI!
GÜZEL TANRI!
GÖK TANRI!
Sen Türk'ü, Türk yurtlarını koru! Düşman şerrinden sakla! TÜRK’Ü yiğitlikte daim et! TÜRK’Ü erlik davasıyla yaşat! TÜRK’Ü gerçekçi yap! TÜRK’ÜN gönlüne her şeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'LÜK sevgisini koy! TÜRK’Ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat... Yapmaya çalışsınlar! Törelerini canları gibi saklat! TÜRK’E zevk ve rahat verme! Bilakis zahmete alıştır! Zahmetle yürekleri, bedenleri demir olsun! Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti verirsin! TÜRK’Ü faal, cevval edersin. TÜRK’E değişmez bir seciye ver! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün!
ULU TANRI!
Milli kuvvet, namus, ahlak, azim, sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu, yurtseverlik, ilim, sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile hâsıl olduğundan; TÜRK’E bunları ver! TÜRK'TEN hırsız, namussuz türerse hemen kahret! TÜRK’E benlik, hem de yüksek bir benlik ver! TÜRK nefsine itimat sahibi olsun! TÜRK’Ü muhakemeli, ciddi adam olarak yarat! Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın! Birden barut gibi parlamasın! Daima soğukkanlı olsun! TÜRK’Ü her milletten cesur yarat! Öç almayı TÜRK asla unutmasın!
ULU TANRI!
Namussuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık daha iyi! Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et! TÜRK herşeyi mukayese etsin! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere bırakma onu! Sabırlı, derde dayanıklı olsun! İradesi çelik gibi olsun! Dönek TÜRK yaratma! TÜRK'LERİ maymun iştahlı yapma! TÜRK daima ihtiyatla adım atsın! Kimsenin tatlı diline inanmasın! Kimseye emniyet olmasın! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet olduğundan,
TANRI,
Sen TÜRK’Ü çalışkan et! TÜRK’ÜN ömrü çalışma ile geçsin! Ona daima çalışma aşkı ver! Hele elbirliği ile çalışmayı alet etsin! Tembel TÜRK’Ü hemen öldür! TÜRK’E her milletinkinden üstün zekâ ver! Zekâ ve çalışma; ikisi bir arada olunca TÜRK’ÜN önünde durulmaz! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakârlık ve sebat lazım olduğundan TÜRK'LERİ ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl!
TANRI,
TÜRK'LERİ sen kendi elinle birleştir ve her şeyden evvel ruhları birleşsin! Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et! TÜRK’Ü töresine sadık kıl.
TANRI!
TÜRK budunu: Biliniz ki atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı ve saklasın!
ULU TANRI!
Türk milletini lafçı değil, elinden iş gelir insanlar et! Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlere sok!
GÜZEL TANRI!
Sana hepsinden çok yalvardığım şudur: TÜRK’Ü dalkavukluktan kurtar! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru! TÜRK’E kötü para hırsı verme! Dalkavukları yok et!
AMAN TANRI!
TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel koru! TÜRK toprağında hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey hüküm sürmesin! Sen TÜRK’E tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki fakirlik suç sayılsın!
Acunu (Dünyayı) Yaratan Yüce TANRI!
TÜRK’E insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür. İnsanların insaniyet dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti gören olmadı.
TANRI,
TÜRK’E sağlam, sürekli irade ver! Güçlüklerde, sabrını, tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır! Ona esas seciye olarak vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver! Mesuliyeti TÜRK yurdundan eksik etme! En büyük kuvvetin TÜRKLÜK aşı olduğunu TÜRK’E öğret!
TANRI!
TÜRKÇE konuşulan, TÜRK’E yurtluk etmiş olan yerleri kıyamete kadar TÜRK’ÜN hükmü altında bırak!
YÜCE ALLAH TÜRK'Ü KORUSUN!
16 Ekim 2010 Cumartesi
"Ş" HARFİNİN HİKAYESİ
Ş HARFİ NASIL ORTAYA ÇIKTI
Türkiye Cumhuriyeti ilanında 30 yaşında olup tarihe meraklı babası Koca Ağa Oğlu Hakkı Efendi’den (Ölümü 1926) kalan büyük kütüphane ve ilme ve bilme duyduğu ilgi sayesinde kendi kendisini oldukça iyi yetiştirmiş olan dedem (annemin babası) Cevat Hakkı Tarım (1893-1964) Cumhuriyetin kültürel, siyasi gelişimine katkı sağlamak için son gününe kadar canla başla çalışmıştı. İlk eşi de meşhur politikacı Osman Bölükbaşı’nın halası idi.
Kırşehir’de tarih ve coğrafya, beden eğitimi hocalığı yapmış, Kırşehir gazetesini uzun yıllar çıkartmış, Kırşehir Ansiklopedisi, Kırşehir Tarihi (Kırşehri-Gülşehri-Babiler-Bektaşiler-Ahiler..1949) gibi bir çok temel eserler vermiş sayısız makaleler yazmış, Kırşehir Belediye Başkanlığı yapmış Cumhuriyet devrimlerini bütün kalbiyle destekleyen idealist bir aydındı.
Cevat Hakkı Tarım İlk defa Atatürk ile 24 Aralık 1919’da Kırşehir’de karşılaşmış henüz 26 yaşında olmasına rağmen Kırşehir Gençler Derneği temsilcisi sıfatıyla Atatürk’e hitaben Kurtuluş Mücadelesini destekleyen bir konuşma yapmıştı. Atatürk bu konuşma karşısında ‘Milletin her köşesi böyle düşünen, gelişime açık tarzda yetiştirilmiş (eğitilmiş) olsaydı bu duruma düşmüş olmayacaktık’ diye biten bir konuşma yapmıştı. Cevat Hakkı Tarım İkinci kez Atatürk ile bu olaydan dokuz sene sonra karşılaşacaktı.
Atatürk 1928 yılının Ağustos ayında yaptığı harf devriminin hemen arkasından 14 Eylül 1928’de Sinop, Samsun, Amasya ve Kayseri’yi kapsayan bir yurt gezisine çıkmıştı. Uğradığı yerlerde halkın ileri gelenlerinin, eğitimcilerin yeni Türk alfabesini ne ölçüde kavradıklarını ve benimsediklerini anlamak için bu konularda çeşitli fikir alışverişlerinde bulunuyordu.
Atatürk bu seyahati sonunda trenle Ankara’ya dönüşünde 20 Eylül 1928 günü Kırşehir yakınlarındaki Yerköy tren istasyonuna gece yarısı birkaç saatliğine uğrar. Bu ziyareti haber alan Kırşehir halkının ileri gelenleri başta Cevat Hakkı Tarım ve eğitimci Ömer Aydın olmak üzere çoğunluğu yanlarına eşlerini de alarak Atatürk’ü Yerköy istasyonunda karşılamaya giderler.
Atatürk bu karşılamadan oldukça memnun olur. Tren istasyonu salonuna girince oradaki ilan tahtası olarak kullanılan kara tahta üzerinde imtihan yapmak için tebeşir ister. Atatürk önce tahtaya Ortaokul müdürü Ömer Aydın’ı davet eder. Ondan yeni harflerle söylediği şeyleri yazmasını ister Ömer Aydın’ın bunları başarıyla yazdığını ayrıca orda bulunan bayan öğretmenlerden Naciye genç, Nesibe Gönendik’in de yeni harfleri iyi bildiklerini görünce şöyle der;
‘İşte hocam biz harf devrimini i dilimizi Arap’ın, Acem’in (Farsçanın) hakimiyetinden kurtarmak için yaptık. Şimdi biz buna insanın düşüncesi diyebiliriz.’ Der
İmtihan bittikten sonra Atatürk yeni harflerin uygulamasında okuma ve yazmayı güçleştiren şekiller bulunup bulunmadığını sorması üzerine, kara tahtanın yanında ayakta bekleyen Cevat Hakkı Tarım Latin harflerle yazılan Türkçe imla kurallarının bir kısmının daha anlaşılır olmasına dikkat çeker ve izinle şöyle der;
-Paşam bilhassa bağlama, istifham (soruya ait) edatı olan, mu, mü, mı, mi.. ve rabıt, rabıta (bitirici, bağlayıcı) edatı olan ki ile zarf edatı olan ki ile dahil manasına gelen de-da gibi edatların yazılışında harfleri yeni öğrenmeye başlayanların aralarındaki incelikleri ayırt edemediklerini bunların bir standarda kavuşması gerekiyor’ diyerek kara tahtada örnekler vererek izah eder.
Bu arada Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı İçöz Fransızca’da olduğu gibi ‘Q’ Harfinin niçin kabul edilmediğini Atatürk’e sorar. Atatürk’ün cevap vermede bir süre tereddüt etmesinden cesaret alan Cevat Hakkı Tarım şöyle der;
-Kamil, katil, gaip, gar, gardiyan, … gibi yabancı menşeli kelimeleri Türkçeleştirmek için. Cevat Hakkı Tarım’ın bu cevabı üzerine Atatürk gülerek ‘evet doğru’ diyerek Cevat Hakkı Tarım’ı onaylar. (1)
Atatürk beş saat süren bu imtihan ve mülakattan sonra tam gitmeye hazırlanırken başka sorusu ve önerisi olan var mı diye son defa sorunca, tekrar Cevat Hakkı Tarım ‘Paşam iki konuda daha ricam olacak’ der. Atatürk ‘söyle evlat’ der. ‘Paşam Milli Mücadelenin gazetesi Hakimiyet-i Milliye gazetesi (2) hala Arapça harflerle çıkıyor, halk gerçekten yeni harfleri öğrenmek istiyor. Hakimiyet-i Milliye gazetesini bir an önce yeni harflerle çıkarılmasını rica ediyorum.
İkinci ricam da şu; Yeni Latin alfabede Ş sesini Fransızcadaki gibi CH yazarak veriyoruz. Bu karışıklığa sebep oluyor. Biz S harfinin altına bir virgül koyarak bunu Ş olarak okursak bu halk için çok daha kolay olacak.’ Der. Bunun üzerine Atatürk yanındaki Saffet Arıkan’a dönerek bunları not al der. Bu olaydan sonra çıkan ilk Hakimiyet-i Milliye gazetesi Latin harflerle çıktığı gibi başta Ş harfi değişikliği olmak zere Cevat Hakkı Tarım’ın bir çok önerisi ile Türk alfabesi ve yazım kuralına yenilikler getirilir. Muhtemelen C harfine kuyruk eklenerek alfabeye Ç harfi eklenmesi bu öneriye bağlı olarak yapılmıştı.
Bu makale vesilesiyle Türk tarihinin perde arkasında kalmış bugüne kadar bilinmeyen diğer bir gerçeğini de sizinle paylaşmış oluyoruz.
(1)Q harfinin Türk alfabesine girmemesi konusunda Atatürk’ün yakın dostu gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın bir anısı vardır. Bunu Çankaya adlı eserinden öğrenebilirsiniz. 1928 yılı Haziran ayında Latin harflerini Türkçeye uyarlamak için hazırlanan raporu Atatürk’e götürmek Fatih Rıfkı Atay’a düşer. Bu ön hazırlık raporunda bugün alfabede olmayan Q harfi vardı. Atatürk bile o dönemde Latince harflerle Türkçe'yi büyük harflerle yazmaya alışamamış küçük harflerle yazıyordu. Kendi İsmi Kemal’i küçük q harfiyle yazmış beğenmemişti. Falih Rıfkı’da Q harfinin Türk alfabesine alınmaması fikrinde bir öneri getirmiş ve bu öneri böylece kabul edilmişti.
(2)Hakimiyet-i Milliye Cumhuriyet ilanından sonra dönemin bir nevi Resmi gazetesi gibi idi. ilk olarak 10 Ocak 1920'de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara'da yayımlanmıştı... Adı daha sonra Ulus şeklinde değiştirilmiştir... Adının Ulus olma sebebi ise ulusa yönelik bir yayın olmasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti ilanında 30 yaşında olup tarihe meraklı babası Koca Ağa Oğlu Hakkı Efendi’den (Ölümü 1926) kalan büyük kütüphane ve ilme ve bilme duyduğu ilgi sayesinde kendi kendisini oldukça iyi yetiştirmiş olan dedem (annemin babası) Cevat Hakkı Tarım (1893-1964) Cumhuriyetin kültürel, siyasi gelişimine katkı sağlamak için son gününe kadar canla başla çalışmıştı. İlk eşi de meşhur politikacı Osman Bölükbaşı’nın halası idi.
Kırşehir’de tarih ve coğrafya, beden eğitimi hocalığı yapmış, Kırşehir gazetesini uzun yıllar çıkartmış, Kırşehir Ansiklopedisi, Kırşehir Tarihi (Kırşehri-Gülşehri-Babiler-Bektaşiler-Ahiler..1949) gibi bir çok temel eserler vermiş sayısız makaleler yazmış, Kırşehir Belediye Başkanlığı yapmış Cumhuriyet devrimlerini bütün kalbiyle destekleyen idealist bir aydındı.
Cevat Hakkı Tarım İlk defa Atatürk ile 24 Aralık 1919’da Kırşehir’de karşılaşmış henüz 26 yaşında olmasına rağmen Kırşehir Gençler Derneği temsilcisi sıfatıyla Atatürk’e hitaben Kurtuluş Mücadelesini destekleyen bir konuşma yapmıştı. Atatürk bu konuşma karşısında ‘Milletin her köşesi böyle düşünen, gelişime açık tarzda yetiştirilmiş (eğitilmiş) olsaydı bu duruma düşmüş olmayacaktık’ diye biten bir konuşma yapmıştı. Cevat Hakkı Tarım İkinci kez Atatürk ile bu olaydan dokuz sene sonra karşılaşacaktı.
Atatürk 1928 yılının Ağustos ayında yaptığı harf devriminin hemen arkasından 14 Eylül 1928’de Sinop, Samsun, Amasya ve Kayseri’yi kapsayan bir yurt gezisine çıkmıştı. Uğradığı yerlerde halkın ileri gelenlerinin, eğitimcilerin yeni Türk alfabesini ne ölçüde kavradıklarını ve benimsediklerini anlamak için bu konularda çeşitli fikir alışverişlerinde bulunuyordu.
Atatürk bu seyahati sonunda trenle Ankara’ya dönüşünde 20 Eylül 1928 günü Kırşehir yakınlarındaki Yerköy tren istasyonuna gece yarısı birkaç saatliğine uğrar. Bu ziyareti haber alan Kırşehir halkının ileri gelenleri başta Cevat Hakkı Tarım ve eğitimci Ömer Aydın olmak üzere çoğunluğu yanlarına eşlerini de alarak Atatürk’ü Yerköy istasyonunda karşılamaya giderler.
Atatürk bu karşılamadan oldukça memnun olur. Tren istasyonu salonuna girince oradaki ilan tahtası olarak kullanılan kara tahta üzerinde imtihan yapmak için tebeşir ister. Atatürk önce tahtaya Ortaokul müdürü Ömer Aydın’ı davet eder. Ondan yeni harflerle söylediği şeyleri yazmasını ister Ömer Aydın’ın bunları başarıyla yazdığını ayrıca orda bulunan bayan öğretmenlerden Naciye genç, Nesibe Gönendik’in de yeni harfleri iyi bildiklerini görünce şöyle der;
‘İşte hocam biz harf devrimini i dilimizi Arap’ın, Acem’in (Farsçanın) hakimiyetinden kurtarmak için yaptık. Şimdi biz buna insanın düşüncesi diyebiliriz.’ Der
İmtihan bittikten sonra Atatürk yeni harflerin uygulamasında okuma ve yazmayı güçleştiren şekiller bulunup bulunmadığını sorması üzerine, kara tahtanın yanında ayakta bekleyen Cevat Hakkı Tarım Latin harflerle yazılan Türkçe imla kurallarının bir kısmının daha anlaşılır olmasına dikkat çeker ve izinle şöyle der;
-Paşam bilhassa bağlama, istifham (soruya ait) edatı olan, mu, mü, mı, mi.. ve rabıt, rabıta (bitirici, bağlayıcı) edatı olan ki ile zarf edatı olan ki ile dahil manasına gelen de-da gibi edatların yazılışında harfleri yeni öğrenmeye başlayanların aralarındaki incelikleri ayırt edemediklerini bunların bir standarda kavuşması gerekiyor’ diyerek kara tahtada örnekler vererek izah eder.
Bu arada Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı İçöz Fransızca’da olduğu gibi ‘Q’ Harfinin niçin kabul edilmediğini Atatürk’e sorar. Atatürk’ün cevap vermede bir süre tereddüt etmesinden cesaret alan Cevat Hakkı Tarım şöyle der;
-Kamil, katil, gaip, gar, gardiyan, … gibi yabancı menşeli kelimeleri Türkçeleştirmek için. Cevat Hakkı Tarım’ın bu cevabı üzerine Atatürk gülerek ‘evet doğru’ diyerek Cevat Hakkı Tarım’ı onaylar. (1)
Atatürk beş saat süren bu imtihan ve mülakattan sonra tam gitmeye hazırlanırken başka sorusu ve önerisi olan var mı diye son defa sorunca, tekrar Cevat Hakkı Tarım ‘Paşam iki konuda daha ricam olacak’ der. Atatürk ‘söyle evlat’ der. ‘Paşam Milli Mücadelenin gazetesi Hakimiyet-i Milliye gazetesi (2) hala Arapça harflerle çıkıyor, halk gerçekten yeni harfleri öğrenmek istiyor. Hakimiyet-i Milliye gazetesini bir an önce yeni harflerle çıkarılmasını rica ediyorum.
İkinci ricam da şu; Yeni Latin alfabede Ş sesini Fransızcadaki gibi CH yazarak veriyoruz. Bu karışıklığa sebep oluyor. Biz S harfinin altına bir virgül koyarak bunu Ş olarak okursak bu halk için çok daha kolay olacak.’ Der. Bunun üzerine Atatürk yanındaki Saffet Arıkan’a dönerek bunları not al der. Bu olaydan sonra çıkan ilk Hakimiyet-i Milliye gazetesi Latin harflerle çıktığı gibi başta Ş harfi değişikliği olmak zere Cevat Hakkı Tarım’ın bir çok önerisi ile Türk alfabesi ve yazım kuralına yenilikler getirilir. Muhtemelen C harfine kuyruk eklenerek alfabeye Ç harfi eklenmesi bu öneriye bağlı olarak yapılmıştı.
Bu makale vesilesiyle Türk tarihinin perde arkasında kalmış bugüne kadar bilinmeyen diğer bir gerçeğini de sizinle paylaşmış oluyoruz.
(1)Q harfinin Türk alfabesine girmemesi konusunda Atatürk’ün yakın dostu gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın bir anısı vardır. Bunu Çankaya adlı eserinden öğrenebilirsiniz. 1928 yılı Haziran ayında Latin harflerini Türkçeye uyarlamak için hazırlanan raporu Atatürk’e götürmek Fatih Rıfkı Atay’a düşer. Bu ön hazırlık raporunda bugün alfabede olmayan Q harfi vardı. Atatürk bile o dönemde Latince harflerle Türkçe'yi büyük harflerle yazmaya alışamamış küçük harflerle yazıyordu. Kendi İsmi Kemal’i küçük q harfiyle yazmış beğenmemişti. Falih Rıfkı’da Q harfinin Türk alfabesine alınmaması fikrinde bir öneri getirmiş ve bu öneri böylece kabul edilmişti.
(2)Hakimiyet-i Milliye Cumhuriyet ilanından sonra dönemin bir nevi Resmi gazetesi gibi idi. ilk olarak 10 Ocak 1920'de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara'da yayımlanmıştı... Adı daha sonra Ulus şeklinde değiştirilmiştir... Adının Ulus olma sebebi ise ulusa yönelik bir yayın olmasıydı.
ÖRTÜNME
ÖRTÜNME
Onlar kendi fikirlerini, Allah’ın ayetlerini unutturarak kabul ettirmeye çalışıyor! Ancak ‘’gerçeklerin üzerini örtenler’’ istemese de, Allah vahyini tamamlamaktan başka bir şey istemiyor. (Tevbe Suresi 32. Ayet)
Bir türban polemiğidir sürüyor. Ne zaman bazı şeyler olgunlaştırılma aşamasına gelse, muhakkak öne atılan polemik aynıdır. Türban!
Ben bu makalede, türban vardır ya da yoktur gibi bir konuyu tartışmayacağım. Bu konunun klasik günden perspektifinden analizini de sunmayacağım. Meseleyi, İslam ya da Laiklik çerçevesinden de irdelemeyeceğim.
Türkiye’de dini bir sorun var. Ancak; tahmin edildiği gibi bir sorun değil. Bu sorunun genel adı: dini algılama sorunu…
Din, Hocaefendilerin tükürüğüne entegre edildiği sürece, Kuran ve Muhammedi tutum ile bütünleşmeyecektir.
Ve Yüce Allah bizleri uyarıyor;
(MÂİDE suresi 77. ayet) De ki: "Ey Ehlikitap! Dininizde azgınlık edip hak dışına çıkarak aşırılığa gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve yolun denge noktasından uzağa düşmüş bir topluluğun keyiflerine uymayın."
Bu ülkede din sorunu varsa; bu Abdestli Kapitalizm nedeni iledir…
Tesettür, örtünme ve benzeri konular, asırlardır ‘’tartışılan’’, hiçbir icma (birlik) tarafından kabul edilmiş bir görüş değildir. Hatta mezhep imamlarının dahi (hiçbir hüküm yetkileri yok iken) ortaya koyduğu görüş; bu simgelerin dinsel olmadığı hususundadır.
Kuran’ın dininde Türban; don bezinden daha kutsal değildir!
Kuran, diyalektik yapısını; iffet noktasında "genel ahlak prensipleri çerçevesinde sürdürülen yaşam’’ olarak tanımlar. Yani, sahip çıkılması gereken "başörtüsü değil, don bezidir.’’
Dinin öncelikleri arasında böyle bir şey yoktur. Din; "La ilahe illallah’’ çıkışı ile başlayan bir olgudur ki; bundan yoksun olanların "şekil bağımlısı olacağı açık biçimde vurgulanır.’’
Yani Allah’ın sosyo ekonomik sıfatı olan Rabb sıfatının farkındalığına erişilmeksizin, böyle bir dinsel özgürlük talebinde bulunmak ile; ilkokul çocuğunun "Lineer Cebir’’ öğrenme talebinde bulunması aynıdır.
Ancak, aynı çocuk; Lineer Cebir denklemlerine yöneldiğinde, muhtemel netice; kendisini dinleyenlerin "ilgili cebirsel işlemleri’’ yanlış yorumlayacağıdır.
Tıpkı günümüzde uzatılan örtünme polemiklerinde söz alan "bilgisiz cahiller’’ gibi…
Şunu belirtmek istiyorum; bu konuda ısrarcı olanlar; yani bunun dini bir gereklilik olduğunu iddia edenler, önce "Kuran’ı okusunlar’’.
Kuran’ın tek bir ayetinden dahi haberdar olmayanların, sırf "Liberal Özgürlüklere’’ kapı açabilmek için uydurduğu saçmalıkları dinselleştirmek, Kuran’ın diliyle "küfürdür.’’
Kuran’ı kendi dilinden okuma gayretim ve tarihe olan hakimiyetim ile şunu açık biçimde yinelemek isterim;
Kara lastikle okula giden kızların olduğu bir ülkede; lüks arabada gezen türbanlının örtüsü "dinin savunduğu bir unsur değildir’’. Aksine, dine göre; o türbanlı "kara lastikli kızın katilidir.’’
Değerli arkadaşlar;
Bir ülkede Din ve Felsefe üzerine geniş çaplı tartışmalar yapmak için, bazı koşulların gerçekleşmesi gerekir. Bunlardan birisi; Kuran’ın önerdiği ideal ticarettir…
Ticaret, "te’ca’r’’ biçiminde, "ca’r’’ kökünden türemiş bir kelimedir. Manası elden ele dolaşan demektir.
Hatta bu kökten türeyen "cariye’’ kelimesi, elden ele dolaşan kadın manasına gelir.
Ticaret ise; emeğin doğrudan sermayeye, ve onun yine salt emeğe dönüşmesi demektir. Belki çok eleştirilecek ama şunu söylemek mümkündür;
Bu denklem, Marks’ın Kapital’de teorize ettiği; Mal-Para-Mal denkleminin aynısıdır. Hatta Kuran’ın ticaret kelimesinin Kapital’de ki tam karşılığı "distribute’’dir.
Yani, emek merkezli bir toplumdan bahsetmek gerekir. Dinin temel çıkışı budur.
Bunun bir diğer ismi "Fekku Ragabe’’dir.
Yani; boyunduruk altındakilere özgürlük.
Bu; dinin ilk emridir!
Kredi kartı mağdurları, emperyalizmin mağdurları, mazlumlar; Fakku kalıbının dairesine girmektedir. Yani dinin ilk önceliği; Kapitalist müdahaleyi kırmaktır…
Ancak Emevi şahsiyetsizliğinin ürünü olan; Abdestli Kapitalizm’in dinine göre; temel öncelikler, nüsuk ve şekillerdir. Çünkü onların tanrısı; Göklerde oturan bir Tanrıdır.
Onların dininde hüküm koyucu Kuran değildir. Kuran’ın okunmasını engelleyen gelenekler ve uydurma hadislerdir. Onlara göre din; salt bir kural yığınıdır…
Kuran’a göre ise; din, özgürlük ve bağımsızlıktır.
Yaşıtları açlıktan ölürken, başındaki örtüyü salt bir sorun olarak algılayıp bunun için mücadele edenleri kınamak gerek…
Mücadele, dinin temel öncelikleri için ise, bu anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü; toplumların genel dinamiği, içinde bulundukları maddi ve manevi psikoloji ile tahlil edilebilir.
Bu bağlamda; Kuran’ın ana önceliklerini bertaraf ederek, şekil ve sembolleri kutsamak ve bunun üzerinden siyaset yapmak; bilindik bir ortaçağ tuzağıdır. Bu tuzağı üretenler ile tuzağa düşenler; bir arada ızdıraba mazhar olacaklardır.
Çünkü, toplum ve tarih vicdanında mutlak bir mağlubiyet ile anıldıkları aşikardır.
Efendim; Nur Suresi 31 ve Ahzab Suresi 59’dan yoksun yazdığım bu makalenin sonuna; konjonktürel birkaç cümle ekleyeyim;
Kuran’ın Nur suresinde ki 31. ayette kasıt edilen örtü; "herhangi özel bir yere ait" örtü değildir.
Çeviri: örtülerini göğüslere salsınlar biçiminde olmalıdır. Çünkü ilgili kelime "humurihiyne’’ biçimindedir. Başı niteleyen "res’’ vurgusu yoktur. Eğer Allah başörtüsünü murad etseydi; "humurrues’’ demeliydi…
Ancak, ilgili kelime aynı zamanda "şarap manasına gelen’’ bir kelime ile aynı kökten türer. Dolayısı ile; sarhoşluğun başa olan etkisi göz önüne alındığında; baş kasıt edilmiş olabilir diyebilmekteyiz.
İşte, Kuran’ın mucizeyi perspektifi budur. Bu ayetten anlaşılması gereken şey başın değil; göğüslerin örtülmesidir. Başını örten örter, örtmeyen örtmez. Din indinde iki durum arasında fark yoktur. Örtmemek farz değildir, örtmek farz değildir. İşte Kuran semantiği budur… Aksini iddia eden varsa hodri meydan!
Ayetin tam çevirisi şöyledir;
Allah’tan emin olan kadınlara söyle: Karşı cinsi yanlış düşüncelere sevk edecek eylemlerden kaçınsınlar. Namus ve şahsiyetlerini korusunlar. Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. (Nur 31)
Anlayabilen bir toplum için…
Onlar kendi fikirlerini, Allah’ın ayetlerini unutturarak kabul ettirmeye çalışıyor! Ancak ‘’gerçeklerin üzerini örtenler’’ istemese de, Allah vahyini tamamlamaktan başka bir şey istemiyor. (Tevbe Suresi 32. Ayet)
Bir türban polemiğidir sürüyor. Ne zaman bazı şeyler olgunlaştırılma aşamasına gelse, muhakkak öne atılan polemik aynıdır. Türban!
Ben bu makalede, türban vardır ya da yoktur gibi bir konuyu tartışmayacağım. Bu konunun klasik günden perspektifinden analizini de sunmayacağım. Meseleyi, İslam ya da Laiklik çerçevesinden de irdelemeyeceğim.
Türkiye’de dini bir sorun var. Ancak; tahmin edildiği gibi bir sorun değil. Bu sorunun genel adı: dini algılama sorunu…
Din, Hocaefendilerin tükürüğüne entegre edildiği sürece, Kuran ve Muhammedi tutum ile bütünleşmeyecektir.
Ve Yüce Allah bizleri uyarıyor;
(MÂİDE suresi 77. ayet) De ki: "Ey Ehlikitap! Dininizde azgınlık edip hak dışına çıkarak aşırılığa gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve yolun denge noktasından uzağa düşmüş bir topluluğun keyiflerine uymayın."
Bu ülkede din sorunu varsa; bu Abdestli Kapitalizm nedeni iledir…
Tesettür, örtünme ve benzeri konular, asırlardır ‘’tartışılan’’, hiçbir icma (birlik) tarafından kabul edilmiş bir görüş değildir. Hatta mezhep imamlarının dahi (hiçbir hüküm yetkileri yok iken) ortaya koyduğu görüş; bu simgelerin dinsel olmadığı hususundadır.
Kuran’ın dininde Türban; don bezinden daha kutsal değildir!
Kuran, diyalektik yapısını; iffet noktasında "genel ahlak prensipleri çerçevesinde sürdürülen yaşam’’ olarak tanımlar. Yani, sahip çıkılması gereken "başörtüsü değil, don bezidir.’’
Dinin öncelikleri arasında böyle bir şey yoktur. Din; "La ilahe illallah’’ çıkışı ile başlayan bir olgudur ki; bundan yoksun olanların "şekil bağımlısı olacağı açık biçimde vurgulanır.’’
Yani Allah’ın sosyo ekonomik sıfatı olan Rabb sıfatının farkındalığına erişilmeksizin, böyle bir dinsel özgürlük talebinde bulunmak ile; ilkokul çocuğunun "Lineer Cebir’’ öğrenme talebinde bulunması aynıdır.
Ancak, aynı çocuk; Lineer Cebir denklemlerine yöneldiğinde, muhtemel netice; kendisini dinleyenlerin "ilgili cebirsel işlemleri’’ yanlış yorumlayacağıdır.
Tıpkı günümüzde uzatılan örtünme polemiklerinde söz alan "bilgisiz cahiller’’ gibi…
Şunu belirtmek istiyorum; bu konuda ısrarcı olanlar; yani bunun dini bir gereklilik olduğunu iddia edenler, önce "Kuran’ı okusunlar’’.
Kuran’ın tek bir ayetinden dahi haberdar olmayanların, sırf "Liberal Özgürlüklere’’ kapı açabilmek için uydurduğu saçmalıkları dinselleştirmek, Kuran’ın diliyle "küfürdür.’’
Kuran’ı kendi dilinden okuma gayretim ve tarihe olan hakimiyetim ile şunu açık biçimde yinelemek isterim;
Kara lastikle okula giden kızların olduğu bir ülkede; lüks arabada gezen türbanlının örtüsü "dinin savunduğu bir unsur değildir’’. Aksine, dine göre; o türbanlı "kara lastikli kızın katilidir.’’
Değerli arkadaşlar;
Bir ülkede Din ve Felsefe üzerine geniş çaplı tartışmalar yapmak için, bazı koşulların gerçekleşmesi gerekir. Bunlardan birisi; Kuran’ın önerdiği ideal ticarettir…
Ticaret, "te’ca’r’’ biçiminde, "ca’r’’ kökünden türemiş bir kelimedir. Manası elden ele dolaşan demektir.
Hatta bu kökten türeyen "cariye’’ kelimesi, elden ele dolaşan kadın manasına gelir.
Ticaret ise; emeğin doğrudan sermayeye, ve onun yine salt emeğe dönüşmesi demektir. Belki çok eleştirilecek ama şunu söylemek mümkündür;
Bu denklem, Marks’ın Kapital’de teorize ettiği; Mal-Para-Mal denkleminin aynısıdır. Hatta Kuran’ın ticaret kelimesinin Kapital’de ki tam karşılığı "distribute’’dir.
Yani, emek merkezli bir toplumdan bahsetmek gerekir. Dinin temel çıkışı budur.
Bunun bir diğer ismi "Fekku Ragabe’’dir.
Yani; boyunduruk altındakilere özgürlük.
Bu; dinin ilk emridir!
Kredi kartı mağdurları, emperyalizmin mağdurları, mazlumlar; Fakku kalıbının dairesine girmektedir. Yani dinin ilk önceliği; Kapitalist müdahaleyi kırmaktır…
Ancak Emevi şahsiyetsizliğinin ürünü olan; Abdestli Kapitalizm’in dinine göre; temel öncelikler, nüsuk ve şekillerdir. Çünkü onların tanrısı; Göklerde oturan bir Tanrıdır.
Onların dininde hüküm koyucu Kuran değildir. Kuran’ın okunmasını engelleyen gelenekler ve uydurma hadislerdir. Onlara göre din; salt bir kural yığınıdır…
Kuran’a göre ise; din, özgürlük ve bağımsızlıktır.
Yaşıtları açlıktan ölürken, başındaki örtüyü salt bir sorun olarak algılayıp bunun için mücadele edenleri kınamak gerek…
Mücadele, dinin temel öncelikleri için ise, bu anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü; toplumların genel dinamiği, içinde bulundukları maddi ve manevi psikoloji ile tahlil edilebilir.
Bu bağlamda; Kuran’ın ana önceliklerini bertaraf ederek, şekil ve sembolleri kutsamak ve bunun üzerinden siyaset yapmak; bilindik bir ortaçağ tuzağıdır. Bu tuzağı üretenler ile tuzağa düşenler; bir arada ızdıraba mazhar olacaklardır.
Çünkü, toplum ve tarih vicdanında mutlak bir mağlubiyet ile anıldıkları aşikardır.
Efendim; Nur Suresi 31 ve Ahzab Suresi 59’dan yoksun yazdığım bu makalenin sonuna; konjonktürel birkaç cümle ekleyeyim;
Kuran’ın Nur suresinde ki 31. ayette kasıt edilen örtü; "herhangi özel bir yere ait" örtü değildir.
Çeviri: örtülerini göğüslere salsınlar biçiminde olmalıdır. Çünkü ilgili kelime "humurihiyne’’ biçimindedir. Başı niteleyen "res’’ vurgusu yoktur. Eğer Allah başörtüsünü murad etseydi; "humurrues’’ demeliydi…
Ancak, ilgili kelime aynı zamanda "şarap manasına gelen’’ bir kelime ile aynı kökten türer. Dolayısı ile; sarhoşluğun başa olan etkisi göz önüne alındığında; baş kasıt edilmiş olabilir diyebilmekteyiz.
İşte, Kuran’ın mucizeyi perspektifi budur. Bu ayetten anlaşılması gereken şey başın değil; göğüslerin örtülmesidir. Başını örten örter, örtmeyen örtmez. Din indinde iki durum arasında fark yoktur. Örtmemek farz değildir, örtmek farz değildir. İşte Kuran semantiği budur… Aksini iddia eden varsa hodri meydan!
Ayetin tam çevirisi şöyledir;
Allah’tan emin olan kadınlara söyle: Karşı cinsi yanlış düşüncelere sevk edecek eylemlerden kaçınsınlar. Namus ve şahsiyetlerini korusunlar. Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. (Nur 31)
Anlayabilen bir toplum için…
HABAD TARİKATI
HABAD TARİKATI
İsrail’le yaşanan gerilimin ardından İstanbul’da düzenlenen Saadet Partisi mitinginde bir grup Hasidik din adamı vardı. Peki, İstanbul’da İslamcı bir partinin gösterisinde gördüğümüz bu kişiler kimlerdi?
İsterseniz size İstanbul’da yaşayan Hasidikler’den olan Mendel Chitrik’ten söz edelim.
Chitrik esas olarak HABAD Hasidikleri’nin üyesidir.
Ashkenaz Havrası’nın baş hahamıdır.
Yahudi cemaati, Chitrik’i sünnetçi olarak Türkiye’ye getirdi. Ancak Mendel Chitrik bugüne kadar bir kez bile sünnet yapmadı.
Türkiye’de oturma izni alan Chitrik, haham olarak göreve başladı.
Chitrik’in üyesi olduğu Habad teşkilatının amacı, Museviler’i Ortodoks bir inanca dönüştürmektir. Araç olarak ise önce çocukları dönüştürmeyi hedeflemektedirler. Önce çocukları örgütleyen Habadlar, bu sayede çocuklar üzerinden ailelerinin içerisine girmektedir.
Çocuklar ailelerine Habad’ın öğrettiklerine uymaları için baskı yapmaktadır. Aile içinde günde üç kere ibadet etme ve kasher (Museviliğe göre helal) yemek yemeleri için baskı yapmakta, düzenli olarak havraya gitmeleri ve dua etmeleri için ısrarlı taleplerde bulunmaktadır.
Aileler çocuklarıyla bu nedenle karşı karşıya gelirken karşılarında iki seçenek bulunmaktadır:
1- Ya çocuklarına karşı gelerek kaybederler. Çocuklar Habad himayesine girip Amerika’ya dini okullara götürülür.
2- Ya da çocuklarının taleplerine boyun eğerler.
İşte Habad tarikatı, bu sayede çocuklar üzerinden aileleri kendilerine katmaya çalışmaktadır. Tıpkı Türkiye’de dersaneler, eğitim kurumları ile insanları kendi cemaatlerine katmaya çalışan İslami cemaatler gibi.
Habadlar, bir misyonerlik faaliyeti gerçekleştirmektedirler. Bunu yaparken de Türkiye’deki İslamcı kesim ile yakınlaşmaktadırlar. Misyonerlere kötü davranan İslamcılar ise Habadlar’a karışmamaktadırlar.
Özellikle Türkiye’de dinci olmayan ailelerin çocuklarını hedefleyen bu oluşumdan dini pencereden bakmayan İstanbul Yahudiler’i de rahatsızdır. Ancak Habadlar’ın İstanbul’daki gücü nedeniyle Hahambaşı dahi Chitrik’ten çekinmektedir.
Peki, Mendel Chitrik denilen kişi İstanbul’da nasıl geçiniyor?
Yaşamını nasıl devam ettiriyor?
Öyleyse şöyle söyleyelim, Chitrik’in bağlantılı olduğu cemaat kendisine ABD’den düzenli olarak para göndermektedir.
İşte İslamcı kesimle kolkola olan bu kesim, esasında görebileceğiniz en katı ve radikal Musevi öğretilerine sahip bir topluluktur...
Bu kişiyi, Türkiye’ye neden getirdiklerini İstanbul Yahudi Cemaati’ne defalarca sormama rağmen hiçbir cevap alamadım.
Hahambaşı Haleva’ya sorduğumda aldığım cevap kısaca “sana ne” oldu.
Sabah Gazetesi’ne verdiği röportajında havraya gitmeyenler için “bunları ahıra bağlasanız eşeklere ayıp olur” diyen Hahambaşı Haleva, Habad tarikatının Türkiye’de olmasından sorumludur.
İsrail’le yaşanan gerilimin ardından İstanbul’da düzenlenen Saadet Partisi mitinginde bir grup Hasidik din adamı vardı. Peki, İstanbul’da İslamcı bir partinin gösterisinde gördüğümüz bu kişiler kimlerdi?
İsterseniz size İstanbul’da yaşayan Hasidikler’den olan Mendel Chitrik’ten söz edelim.
Chitrik esas olarak HABAD Hasidikleri’nin üyesidir.
Ashkenaz Havrası’nın baş hahamıdır.
Yahudi cemaati, Chitrik’i sünnetçi olarak Türkiye’ye getirdi. Ancak Mendel Chitrik bugüne kadar bir kez bile sünnet yapmadı.
Türkiye’de oturma izni alan Chitrik, haham olarak göreve başladı.
Chitrik’in üyesi olduğu Habad teşkilatının amacı, Museviler’i Ortodoks bir inanca dönüştürmektir. Araç olarak ise önce çocukları dönüştürmeyi hedeflemektedirler. Önce çocukları örgütleyen Habadlar, bu sayede çocuklar üzerinden ailelerinin içerisine girmektedir.
Çocuklar ailelerine Habad’ın öğrettiklerine uymaları için baskı yapmaktadır. Aile içinde günde üç kere ibadet etme ve kasher (Museviliğe göre helal) yemek yemeleri için baskı yapmakta, düzenli olarak havraya gitmeleri ve dua etmeleri için ısrarlı taleplerde bulunmaktadır.
Aileler çocuklarıyla bu nedenle karşı karşıya gelirken karşılarında iki seçenek bulunmaktadır:
1- Ya çocuklarına karşı gelerek kaybederler. Çocuklar Habad himayesine girip Amerika’ya dini okullara götürülür.
2- Ya da çocuklarının taleplerine boyun eğerler.
İşte Habad tarikatı, bu sayede çocuklar üzerinden aileleri kendilerine katmaya çalışmaktadır. Tıpkı Türkiye’de dersaneler, eğitim kurumları ile insanları kendi cemaatlerine katmaya çalışan İslami cemaatler gibi.
Habadlar, bir misyonerlik faaliyeti gerçekleştirmektedirler. Bunu yaparken de Türkiye’deki İslamcı kesim ile yakınlaşmaktadırlar. Misyonerlere kötü davranan İslamcılar ise Habadlar’a karışmamaktadırlar.
Özellikle Türkiye’de dinci olmayan ailelerin çocuklarını hedefleyen bu oluşumdan dini pencereden bakmayan İstanbul Yahudiler’i de rahatsızdır. Ancak Habadlar’ın İstanbul’daki gücü nedeniyle Hahambaşı dahi Chitrik’ten çekinmektedir.
Peki, Mendel Chitrik denilen kişi İstanbul’da nasıl geçiniyor?
Yaşamını nasıl devam ettiriyor?
Öyleyse şöyle söyleyelim, Chitrik’in bağlantılı olduğu cemaat kendisine ABD’den düzenli olarak para göndermektedir.
İşte İslamcı kesimle kolkola olan bu kesim, esasında görebileceğiniz en katı ve radikal Musevi öğretilerine sahip bir topluluktur...
Bu kişiyi, Türkiye’ye neden getirdiklerini İstanbul Yahudi Cemaati’ne defalarca sormama rağmen hiçbir cevap alamadım.
Hahambaşı Haleva’ya sorduğumda aldığım cevap kısaca “sana ne” oldu.
Sabah Gazetesi’ne verdiği röportajında havraya gitmeyenler için “bunları ahıra bağlasanız eşeklere ayıp olur” diyen Hahambaşı Haleva, Habad tarikatının Türkiye’de olmasından sorumludur.
UYGARLIĞA İSLAM'IN KATKISI
İSLAM'IN UYGARLIĞA KATKISI OLDU MU?
Uygarlık, eski Yunan/Grek mucizesi mi?
Avrupa merkezli anlayışa göre; bilimin temeli eski Yunan’da atıldı ve 16’ıncı yüzyıldan sonra Avrupa’da doruğa çıktı.
Hayır, bu Batı’nın, Doğu’yu dikkate almayan -bilim dışı- hurafesidir.
Sümer, Babil, Asur, Mısır, Hint, Çin, Türk, Arap vb. kültürlerin uygarlığa hiçbir katkısı olmadı mı?
Olur mu öyle şey; biliyoruz ki, uygarlık binlerce yıllık bir süreç sonucu bin bir kaynaktan beslenerek gerçekleşir. Batı uygarlığının temelinde nasıl eski Yunan varsa Doğu da vardır.
Örneğin İslam’ın uygarlığa katkıları görmezlikten gelinerek tarih yazılabilir mi?
Bağdat, Endülüs, Sicilya, Şam, Semerkant, Horasan, Kahire, Herat gibi İslam’ın bilim merkezleri inkâr edilebilir mi? Bilimsel ve teknolojik birçok buluş, keşif buradan Batı’ya gitmemiş midir?
El Kindi (801?-866?), Razi (865-925), Farabi (870-950), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274) ve yüzlerce Müslüman düşün adamı/filozof nasıl görmezlikten gelinebilir?
Batılılar, Eflatun’u bile Müslümanlardan öğrenmediler mi? Eski Yunan bilimini yeniden düşünen ve ona özgün katkılar yapan Müslüman âlimler yok sayılabilir mi?
Rönesans ortalarına kadar Avrupa’da yazılmış bütün aritmetik kitaplarının kaynağı Harezmi’nin (780-850) “Hesab-ı Hindi”si değil mi?
Ondalık kesirler sistemini Gıyaseddin Cemşid’ten (1380-1437) öğrenmediler mi?
Trigonometriyi bütün esaslarıyla Ebu’l Vefa Buzcani (940-998) yeniden kurmadı mı?
Matematikte devrim yaratan “sıfır”ı 976’da Muhammed bin Ahmed keşfetmedi mi?
Örnekler bu sayfaya sığmaz.
Batı, simyadan bilimsel kimyaya geçilmesini Müslümanlara borçludur. Evrim düşüncesini, modern optiğin ilk tohumlarını İbn-i Heysem’in (957-1029) attığı gerçeğinin üstünü örtemezler.
Biz hala tartışmasını yapıyoruz; “alkool” sözcüğü bile Doğu’dan Batı dillerine geçti. Sadece bir tek sözcük değil dillerine geçen; kimya, cebir, ziraat, botanik, narenç, zafran, suda, kutun, nilüfer, şerap ve yüzlercesi…
Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat,ve cıvanın üretimini kim buldu?
Çeliğe ilk su veren Müslümanlar değil miydi?
Katarakt, çiçek ve kızamık hastalığını ilk kez Müslüman alimlerden okudular; cerrahi müdahalelerde uyuşturucu kullanmayı, yüksek ateşi soğuk su banyosuyla düşürmeyi, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemlerini Müslüman tıp adamlarından öğrendiler.
Bugün sıklıkla dile getirilen, “insan bedeninin doğal iyileştirici yeteneğini” ilk keşfedenler de Müslüman tıp adamları değil miydi? İçi delik iğneyi 1256’da Al Mahusen’in bulduğu gerçeği reddedilebilinir mi?
Şam’da 1298’de ölen İbn-i Al Nafis, Portekizli Servet’e atfedilen kan dolaşımı sistemini ondan 300 yıl önce keşfetti.
Modern sosyolojinin kuruluş yolunu İbn-i Haldun açmamış mıdır?
Kağıt daha Avrupa’ya girmeden Semerkant’ta kağıt fabrikası vardı.
Yazıyorlar, matbaayı Gutenberg bulmuş! Matbaayı Çinliler buldu, Türkler aracılığıyla Araplara geçtikten sonra Avrupa’ya gitti. Gutenberg sadece harfleri ayrı ayrı oymayı başardı! Güya pusulayı da G. d’Amalfi icat etmişti. Pusula da aynen matbaanın izlediği seyirle Batı’ya ulaştı.
Taberi’siz (839-922), Mesudi’siz (ö 956), İbn-i Miskeyf’siz (ö 1030) tarih yazılırsa ancak bu kadar yazılabiliyor demek ki!
Bizans dönemin en büyük kütüphanesi İskenderun Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler açıldı.
Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerinde Muhiddin Arabi’nin etkisi yadsınabilir mi? “Binbir Gece Masalları”nın Batılı yazarlar üzerindeki etkisinden bahsetmeye gerek var mı?
Çok övündükleri klasik müziğin sol anahtarı ve beş hatlı notayı bile ilk Müslümanlar kullandı.
Doğru dürüst su kanalları bile yapamıyorlardı; tarım tekniklerini El Avam’ın “Kitab-ül -hulase” okuduklarını bilmiyor muyuz?
Kristof Kolomb 1498’de Haiti’den yazdığı mektuba göre, Amerika’nın keşfi İbn-i Rüşd’ün kaydettiği bilgiler sayesinde gerçekleşti.
Uluğ Bey’in hazırladığı dünya haritasının kâşif kaptanlara rehberlik ettiğini bilmeyen mi var?
Uzatmaya gerek yok.
Soru şudur:
8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığını kimler, neden, nasıl söndürdü?
Televizyonlarda “özgürlük sorunu” olarak ele alınan türban tartışmalarını izlerken kafamda hep bu soru vardı.
Uygarlık, eski Yunan/Grek mucizesi mi?
Avrupa merkezli anlayışa göre; bilimin temeli eski Yunan’da atıldı ve 16’ıncı yüzyıldan sonra Avrupa’da doruğa çıktı.
Hayır, bu Batı’nın, Doğu’yu dikkate almayan -bilim dışı- hurafesidir.
Sümer, Babil, Asur, Mısır, Hint, Çin, Türk, Arap vb. kültürlerin uygarlığa hiçbir katkısı olmadı mı?
Olur mu öyle şey; biliyoruz ki, uygarlık binlerce yıllık bir süreç sonucu bin bir kaynaktan beslenerek gerçekleşir. Batı uygarlığının temelinde nasıl eski Yunan varsa Doğu da vardır.
Örneğin İslam’ın uygarlığa katkıları görmezlikten gelinerek tarih yazılabilir mi?
Bağdat, Endülüs, Sicilya, Şam, Semerkant, Horasan, Kahire, Herat gibi İslam’ın bilim merkezleri inkâr edilebilir mi? Bilimsel ve teknolojik birçok buluş, keşif buradan Batı’ya gitmemiş midir?
El Kindi (801?-866?), Razi (865-925), Farabi (870-950), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274) ve yüzlerce Müslüman düşün adamı/filozof nasıl görmezlikten gelinebilir?
Batılılar, Eflatun’u bile Müslümanlardan öğrenmediler mi? Eski Yunan bilimini yeniden düşünen ve ona özgün katkılar yapan Müslüman âlimler yok sayılabilir mi?
Rönesans ortalarına kadar Avrupa’da yazılmış bütün aritmetik kitaplarının kaynağı Harezmi’nin (780-850) “Hesab-ı Hindi”si değil mi?
Ondalık kesirler sistemini Gıyaseddin Cemşid’ten (1380-1437) öğrenmediler mi?
Trigonometriyi bütün esaslarıyla Ebu’l Vefa Buzcani (940-998) yeniden kurmadı mı?
Matematikte devrim yaratan “sıfır”ı 976’da Muhammed bin Ahmed keşfetmedi mi?
Örnekler bu sayfaya sığmaz.
Batı, simyadan bilimsel kimyaya geçilmesini Müslümanlara borçludur. Evrim düşüncesini, modern optiğin ilk tohumlarını İbn-i Heysem’in (957-1029) attığı gerçeğinin üstünü örtemezler.
Biz hala tartışmasını yapıyoruz; “alkool” sözcüğü bile Doğu’dan Batı dillerine geçti. Sadece bir tek sözcük değil dillerine geçen; kimya, cebir, ziraat, botanik, narenç, zafran, suda, kutun, nilüfer, şerap ve yüzlercesi…
Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat,ve cıvanın üretimini kim buldu?
Çeliğe ilk su veren Müslümanlar değil miydi?
Katarakt, çiçek ve kızamık hastalığını ilk kez Müslüman alimlerden okudular; cerrahi müdahalelerde uyuşturucu kullanmayı, yüksek ateşi soğuk su banyosuyla düşürmeyi, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemlerini Müslüman tıp adamlarından öğrendiler.
Bugün sıklıkla dile getirilen, “insan bedeninin doğal iyileştirici yeteneğini” ilk keşfedenler de Müslüman tıp adamları değil miydi? İçi delik iğneyi 1256’da Al Mahusen’in bulduğu gerçeği reddedilebilinir mi?
Şam’da 1298’de ölen İbn-i Al Nafis, Portekizli Servet’e atfedilen kan dolaşımı sistemini ondan 300 yıl önce keşfetti.
Modern sosyolojinin kuruluş yolunu İbn-i Haldun açmamış mıdır?
Kağıt daha Avrupa’ya girmeden Semerkant’ta kağıt fabrikası vardı.
Yazıyorlar, matbaayı Gutenberg bulmuş! Matbaayı Çinliler buldu, Türkler aracılığıyla Araplara geçtikten sonra Avrupa’ya gitti. Gutenberg sadece harfleri ayrı ayrı oymayı başardı! Güya pusulayı da G. d’Amalfi icat etmişti. Pusula da aynen matbaanın izlediği seyirle Batı’ya ulaştı.
Taberi’siz (839-922), Mesudi’siz (ö 956), İbn-i Miskeyf’siz (ö 1030) tarih yazılırsa ancak bu kadar yazılabiliyor demek ki!
Bizans dönemin en büyük kütüphanesi İskenderun Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler açıldı.
Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerinde Muhiddin Arabi’nin etkisi yadsınabilir mi? “Binbir Gece Masalları”nın Batılı yazarlar üzerindeki etkisinden bahsetmeye gerek var mı?
Çok övündükleri klasik müziğin sol anahtarı ve beş hatlı notayı bile ilk Müslümanlar kullandı.
Doğru dürüst su kanalları bile yapamıyorlardı; tarım tekniklerini El Avam’ın “Kitab-ül -hulase” okuduklarını bilmiyor muyuz?
Kristof Kolomb 1498’de Haiti’den yazdığı mektuba göre, Amerika’nın keşfi İbn-i Rüşd’ün kaydettiği bilgiler sayesinde gerçekleşti.
Uluğ Bey’in hazırladığı dünya haritasının kâşif kaptanlara rehberlik ettiğini bilmeyen mi var?
Uzatmaya gerek yok.
Soru şudur:
8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığını kimler, neden, nasıl söndürdü?
Televizyonlarda “özgürlük sorunu” olarak ele alınan türban tartışmalarını izlerken kafamda hep bu soru vardı.
MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI
MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI
İslam’ın ‘Uygarlığa Katkısı Oldu mu’ adlı makalede doğru bir tespitle Batı uygarlığına İslam uygarlığının büyük katkısı olduğuna dikkat çekerek “8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığını kimler, neden, nasıl söndürdü” noktasından devam edelim. Bu konunun en büyük uzmanı Prof. Fuat Sezgin, İslam Uygarlığındaki bilimsel araştırma ve buluşların 15 yüzyıla kadar devam ettiğini belirtir. Prof. Sezgin’e göre İslam dünyasında teknolojik buluşlar bireysel çalışmalarla ilim adamları 16. yüzyıla kadar bilimsel eserler vermiştir, fakat bunların yayılıp gelişmesinden Müslümanlar değil Batı’lılar faydalanmıştır.(1)
Aslında bu sorunun cevabı bir kitap olacak kadar geniş bir konuyu kapsar. İslam dünyası 12. Yüzyıldan itibaren 900 yıl bu sorunu İslam’da içtihat (yenilik) kapısı kapandı mı yoksa hala açık mı gibi sonu gelmeyen kısır bir tartışmaya odaklandı. Bu tartışma hala gündemdedir. Bu arada İslam ülkeleri geri kalmamıştır diyenlere kısa bir hatırlatma yapalım; İslam ülkeleri dünya nüfusun %25 sahipken dünya toplam üretiminin sadece % 7 civarını sağlıyor. 57 İslam ülkesinin toplam milli gelirine tek başına Almanya sahip. Durum bu kadar üzücü. Teknolojik, bilimsel buluşlar konusunda Müslüman ülkelerinin ilgisizliğine hiç girmeyelim.
GAZALİ’NİN GÖRÜŞLERİ
İslam’ın bilimsel gelişmesinin önünün kapatılmasının nedenleri arasında klasik bir bakış açısı vardır o da İmam Gazali’nin {1058-1111} muhafazakâr görüşlerinin ve eserlerinin felsefe ve aklı kullanarak bir İslam uygarlığı yaratan döneme imza atan bilimsel gelişmenin önüne set çektiğidir. Gazali1095 yılında İslam filozofları ile ilgili eleştirileri ihtiva eden filozofların tutarsızlığı (Tehafut el-Felasife) adlı kitabını yazdı. Gazalinin temel felsefesi iyi ve kötünün akıl yoluyla bilinebileceğini reddetmesiydi. Gazali " aklın yalnız şeriat ilminin öğrenilmesinde yardımcı olacağını" öne sürer(2) Filozoflar saray çevrelerinde saygınlık genel sohbetlerine rağmen felsefelerine hiçbir zaman halk kitlelerini sürüklemediler. Onlar geniş kitlelerin kolayca anlayıp kabul edeceği kolay formüle edilmiş doktrinler yaratmak ve bu yeni yorumları yeni bir mezhep şeklinde sunmak iddiasında da değillerdi. "Filozofların bir grup olarak etkileri azdı". (3) Bir süre sonra da diğer bir insanın derin düşünmesini araştırmacı ve soruşturmacı bir düşünce yapısı olmasını önlemek onu körü körüne inanmaya teşvik etmek için ‘Bahsin {konunun} derinliğine dalarak haddini aşanlar helak olmuştur.’(4) Hadisi ortaya atılmıştır.
Gazali’nin bu eserine karşı İslam filozofu İbn Rüşd’ün {1126-1198} aklı savunduğu ‘Tehafüt’e karşı Tehafüt’ adlı eseri fazla taraftar bulmamıştı.
Bu konuda Gazali’nin belli bir oranda etkisi olduğu inkar edilemez fakat bir kişinin İslam ülkelerinin gerilemesinde oldukça büyük rol oynadığını iddia etmek olayı çok basite indirgeyen oldukça kolaycı bir analizdir..
DEVLET DESPOTİZMİ
İslam devletinin başlangıçtan itibaren bütün kurumları devamlı savaş açarak yeni topraklar ve gelirler kazanma üzerine kurulmuştu ve savaş cihad adıyla kutsaldı ve devletin başlıca görevi cihaddı. Cihad başarısız olunca sistem işlemez hale geliyordu. Sistemdeki bozukluklar oldukça belirginleşmeye başladığında da çözüm olarak hep şeriat esas alınarak çözme politikası düşünülüyordu. 19 yy da Osmanlı imparatorluğunda devlet adamı tarihçi hukukçu Cevdet Paşa ( 1822- 1895) gibi kültürlü ve aydın diye bilinen bir kimse dahi devletin başlıca görevinin savaş (cihad) olduğuna inanmıştır;‘’Namık Kemal’’ (1840 - 1888) ya da benzerlerinin yaptığı gibi hepsinin ortak düşüncesi şeriatın özüne bağlı kalmak tek kurtuluş yolu olduğu idi. Şeriatı koruyan uygulayanda devlet olunca kutsal ve dokunulmaz oluyordu. Bu da devlet despotizmin sınırlarını dokunulmazlık eleştirilemezlik boyutlarına taşıyordu.
Başta Osmanlı olmak üzere İslam ülkeleri gelişme ve genişleme dönemlerinde topraklarına toprak kattı fakat ekonomik değere kalıcı bir değer katacak sistemi yaratamadı. Bunun nedenlerini de araştırıp soruşturamadı. Kurtuluşu tekrar şeriata geri dönmekte buldu.
İslam ülkelerinde geri kalmışlık kıstasının istatistiklere girmeyen fakat yüzyıllardan beri acı bir gerçek olarak hala hâkim olan kısmı İslam’da özgür düşüncenin gelişebileceği ortamın yaratılmamış olmasıdır. İslam ülkeleri, ülkelerinde oldukça az yetişen çağdaş aydınlarını susturmada çeşitli baskı ve yıldırma metodu ile yok etmede ülkeye katkı sağlamasını önlemede çok başarılıdırlar. Başarılı olamadıkları yerler kendi ülkelerinin sorunlarını doğru tespit edip ona göre plan proje oluşturma kapasitelerinden yoksun olmalarıdır.
Her ne kadar Ebu Hanife, toplum içindeki değişik görüş ve fikirlerin toplumu daha ileri götüreceği konusunda İhtilalaf”ul-Umme Rahme/İhtilafu Ümmeti Rahme {ümmetin-ümmetimin ihtilafı rahmettir}(5) Yani toplumun birbirleri arasında değişik fikirleri olmasının topluma fayda sağlayacağı hadisini örnek vermesine rağmen kimse bu tip hadisleri dikkate almamıştır. İslam’ın kendisinin eleştirilmesine ve temel İslami akideler dışında yorum yapılmasına fazla toleransı yoktur Bu konudaki örnekler hacimli bir kitap konusu teşkil edecek kadar çoktur. En meşhuru Hallacı Mansur olayıdır. İran’lı İslam âlimi, sufi Hallacı Mansur {858-922} sufilerin halka paylaşmayı uygun bulmadığı birçok görüşü halkın önünde ifade etmekten çekinmezdi. Bir gün tasavvuf, sufi felsefesini bilmeyen Müslümanlar tarafından yanlış yorumlara sebep olacak ben Hakkım, ben Tanrıyım anlamına gelen ‘Enel Hakk’ deyince, Abbasi yöneticileri tarafından mahkeme edildi uzun yıllar hapishanede tutuldu sonra işkence edilerek öldürüldü.(6)
MELAMİYE
1280 yılında Bağdat’ta ‘Üç dinin {tek tanrılı} İncelenmesi’ adlı bir kitap Yahudi asıllı filozof, doktor İbn-i Kammuna tarafından yazılır. Kitap Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerini eleştirisel açıdan inceler. Tanrı’ya olan teslimiyet, boyun eğme, onun yolunda gitme gibi taleplerin yeni şeyler olmadığı, bunların eski dinlerde bolca bulunduğunu ileri sürmüştü. İslam’ seçenlerin çoğunun onu çok istediğinden ilkelerini çok beğendiğinden değil, İslam’ın kılıcından korkmaları, gayrimüslimlere yüklenen ekstra vergiler {cizye}, gayrimüslim olarak toplum içinde aşağı statüde biri olarak hor görülmemek gibi nedenlerden İslamı seçtiklerini ileri sürmüştü. 13. yy tarihçisi Fuvati {1244-1323} anlatımına göre, İbn Kammuna’nın kitabı Müslümanlar tarafından duyulur duyulmaz büyük tepki çekti, 1284 yılında bir kısım halkın ayaklanarak İbn Kamnuna’nın evini bastılar. Bağdat şehrin Emirinin araya girmesi bile bu azgın kalabalığı yatıştıramadı. Bu sefer kalabalık Emiri İbn Kamnuna gibi bir İslam düşmanını koruyor diye suçladılar. Ertesi günü şehri saran surların dibinde İbn Kamnuna’nın yakılması ile kızgın kalabalık dağıtılabilindi.
İslam’a daha derin felsefi bir yorumla yaklaşan Melami (Melamiye) taraftarlarının şeyhi Hamza Bali Osmanlı döneminde Bosna’da tutuklanıp muhakeme edilmek için İstanbul’a gönderilmişti. Sonuçta mahkeme Kanuni Sultan Süleyman döneminin şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin fetvasına dayanarak Hamza Bali’yi 1561 yılında idama mahkûm etmişti.
İslam’a bazı eleştiri getiren görüşleri yansıtan kitapların İslam ülkelerinde yazılma şansı çok azdır. Böyle bir kitap yazılsa bile İslam dünyasında basılma, dağıtılma olanağı hemen hemen çok kısıtlıdır. Ali Abd el-Razik, Mısır Kahire’de meşhur İslam üniversitesi ‘El-Ezher’ de şeyh {prof.} statüsünde yüksek seviyede bir İslam alimi idi. 1925 yılında ‘İslam ve Hükümetin Prensipleri’ adlı bir kitap yayınladı. Kitabında İslam’ın aslında din ile politikanın ayrı olmasını talep ettiğini ileri sürmüş, bunun üzerine öbür İslam alimlerinin tepkisini çekmiş dine, Allaha karşı saygısızlık ettiğine karar kılınarak, üniversiteden atılmış ve herhangi bir dini görevde bulunması yasaklanmıştı.
Hem Irak’da hem İran’da uzun yıllar din eğitimi almasına rağmen, din adamlığı mesleğine devam etmeyen gazete çıkartan ve defalarca İran Parlamento{meclis} üyeliği de yapan İranlı liberal düşünür Ali Daşti {Dashti} {1896-1982} İran’da kadın hakları savunuculuğunu yapıyor onların eğitilmesi onlara daha çok hürriyet verilmesini savunuyordu. Yazdığı romanlarında da bu konuyu işliyordu. 1937 yılında İran’da Şah döneminde İslam’ı klasik açıdan değil rasyonel bakış açısıyla bakıp incelemiş. Hz Muhammed’in de insan olduğunu hatalar yaptığını(7), zaman zaman sinirlerine hakim olamadığı gibi insani vasıfları ile ele alıp ‘Yirmiüç Sene’ {Bist o Seh Sal} (8) adlı bir kitap yazmış fakat Şah döneminde İslam’a karşı en ufak bir eleştiri getiren eserler yasak olduğundan kitap Beyrut’ta muhtemelen 1970’li yıllarda üzerinde tarih ve basım adresi olmadan el altından basılmış, Kitap beşyüzbine yakın satmıştı. Ali Daşti İran devriminden {1979}hemen sonra din düşmanı diye tutuklanmış 85 yaşında olmasına rağmen hapishanede işkence görmüş, bu işkence sırasında ayağı kırılmıştı. Yaşlı vücudu hapishane hayatına ve işkencelere fazla dayanamadı, Fazla yaşamayacağı anlaşılınca ölümünden kısa süre önce serbest bırakılmıştı. 1982 yılında vefatından hemen önce bir dostuna eğer benim yazdığım gibi kitaplar Şah döneminde İran’da yasak olmasaydı İran’da İslam devrimi olmazdı demişti.
TAHA HÜSEYİN’E YAPILANLAR
Diğer El-Ezher mezunu edebiyatçı Taha Hüseyin’de İslama eleştirisel bakış açısı yüzünden resmi memurluk görevinden atılmıştı.(9) 1988 yılında edebiyat dalında Nobel ödülünü alan Mısır Kahire doğumlu Necip Mahfuz {1911-2006 }İslam dinine açık eleştiri getirmemesine rağmen, hoşgörü yanlısı olduğu için Mısır’da tutucu dini kesimlerle arası iyi değildi 1994 bir suikast girişiminden birkaç bıçak darbesi ile kurtulmuştu. Uzun yıllar evinde saklanarak devlet koruması eşliğinde hayatını sürdürmeye çalıştı.
Mısır’da din ile devlet işlerinin tamamen ayrı olmasını savunan, Mısır’daki tutucu din adamları ve kesimi açıkça eleştiren Mısırlı aydın Dr. Farak Foda (Faraq Foda) Haziran 1992’de öldürüldü. Mısır’da bugün bu şartlar altında diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi demokratik, laik aydınların fikirlerini hür bir şekilde söyleyip yazıya dökme olanakları çok kısıtlıdır.
Sudanlı din bilgini Mahmud Muhammed Taha Sudan’daki farklı dinler için ortak bir zemin oluşturma için bir girişim başlattı. Ayrıca Kur’anda savaşa teşvik etmeyen, hırsızın elinin kesilmesinin, kadının örtünmesinin olmadığı daha uzlaşmacı daha evrensel yaklaşımın sergilendiği Mekke sureleri ile erken dönem Medine surelerine bir öncelik ve daha çok önem vererek İslamı yorumladı. Mekke ile Medine surelerinin bariz ayrılıklarına dikkat çekti. Bunun üzerine Sudan otoriteleri dinden dönme, {mürted} din değiştirme {irtidat} davası açarak din adamı Mahmud Muhammed Taha’yı tutukladı. Ocak 1985’de asılarak idam edildi.
Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde Kuran araştırmaları bölümünde öğretim görevlisi olan Dr. Nasır Ebu Zeyd, Kuran konusunda 1990 yılında yazdığı kitabında Kuran’a radikal yorumlar getiriyor diye Mısır’da büyük bir tepkiyle karşılaştı. Halkın çeşitli kesimlerinden gelen baskıların yanında birçok fanatik Müslüman’dan ölüm tehditleri alması yaşamını tehdit eder hale getirdi. 1995 yılında Mısır Yüksek Mahkemesi tarafından dinden dönmüş, kafir ilan edildi. Mahkeme hanımından boşanmasını istedi. Çünkü Şeriat hukuku gereği kafir kabul edilen bir kimse Müslüman bir kadınla evli kalamazdı. Canını kurtarmak için en sonunda Hollanda’ya kaçmak zorunda kaldı.(10)
İslam ülkeleri içinde laik, demokratik ve en toleranslı olan Türkiye’de suikasta kurban giden hapislerde hayatı karartılan gerçek aydınların sayısı oldukça kabarıktır. Dini fanatizm 20 yüzyılın sonunda bile aydınları diri diri yakacak kadar çağın gerisindedir. Bu konuda daha geniş bilgi için Bilim ve Gelecek dergisinin Ekim 2010 sayısındaki ‘Ölü Aydınlar Ülkesi’ makalesine bakabilirsiniz.
İslam ülkeleri nadirde olsa ülkede yetişen değerlerin kıymetini bilmede pek başarılı olmadığı gibi onları yok etmede sindirmede oldukça başarılı olmuştur.
KENDİNİ ALDATMA
Son yıllarda müspet bilimsel araştırmaya yönelme ve destekleme yerine Kuran’da bilimsel şifreler aramaya, Kuran’ın bir bilim kitabı olduğunu ispat etme yarışına girerek bilimsel hurafeciliğe başvurulmaktadır. Bu yüzyıllardır devam eden kendi kendini aldatmanın yeni bir sürümüdür. Mısır’lı İslam alimlerinden, Seyyid Kutup{1906-1967} Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasına kısaca laik bir devlet düzenine karşı olmasına rağmen Kuran’ın bir bilim kitabı olduğuna karşı çıkıyor; ‘Din alimlerinin bilimsel konulara Kur’an ile cevap vermesini beklemek yanlıştır. Kur’an-ı Kerim bir astronomi, bir kimya, ya da bir tıp kitabı değildir.’ (11) diyerek yıllar evvel bu konuya gereken açıklığı getirmişti.
Ayrıca ‘İlim Çin’de de olsa git onu ara bul’ hadisindeki ilim bizim bugün anladığımız ilim değil İslam dini anlamındadır.(12) Ayrıca bu hadis sahih {geçerli} hadislerden de değildir. Bu hadis, hadis ve tefsir bilimcilerinden olan, İbn Hibban {ölm. 965} İbnu’l Cevz i{116-1220} el-Mevduat’ta, İmam eş-Şevkani’ye {1173-1250} göre uydurma hadislerdendir(13) Uydurma olmasa bile buradaki ilmin aranmasındaki maksat tamamen dini arama ile ilgilidir.
İslâm geleneksel eşitlikçi, mütevazi yaşamın yardımlaşmanın, erdem olduğu bir çağın ürünüdür. Faiz yasağıyla, kadercilik anlayışıyla, imanı bilimin önünde tutmasıyla daha çok kazanıp, daha çok tüketen kapitalizm ile çelişir. Bu paranın, egoizmin esiri olmuş acımasız oyunun içinde fazla olmak istemez. Müslümanlar kapitalizmin oluşumundan küresel sermayeye geçilip küresel bir sisteme dönüşüm süreci içinde dünya ekonomisinde etkin bir rol oynayamadı. Hep küresel ekonomik ve siyasi sitemin işleyiş mekanizmasına yabancı oldular. Olayları tam olarak algılayıp değerlendirmekte zorluk çektiler. Batılı küresel sermaye sahibi aktörler tarafından yönlendirilen sistemde yalnız pasif seyirciler olarak üretici olarak değil tüketici olarak katıldılar ve acımasızca madden ve manen hem içeriden hem dışarıdan sömürüldüler. Bunu açıkça dile getirenler bir şekilde susturuldu.
İslam ülkelerinde gerçek aydınlar devletin despotik, otoriter mekanizması ile doğruluğu yanılmazlığı tartışılamayan dogmatizmin baskısı arasında sıkışıp kaldılar ve pasifize edildiler. Bundan dolayı İslam dünyası hala büyük bir vaktini, çağın çok gerisinde kalmış konuları tartışmakla geçirmektedir. Kadınların, erkek şovenizmi aşırı dini tutuculuğun baskısından kurtulamadığı ve eğitimleri, toplumsal kalkınmaya katılımlarının engellendiği, bilimin, rasyonel toplumsal düşünce tarzına hakim olmadığı ve dinsel fanatizmin korkusuyla öz eleştirinin yapılamadığı, bir ortamda ileri gitmek mucizelere bağlıdır.
İslam’ın ‘Uygarlığa Katkısı Oldu mu’ adlı makalede doğru bir tespitle Batı uygarlığına İslam uygarlığının büyük katkısı olduğuna dikkat çekerek “8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığını kimler, neden, nasıl söndürdü” noktasından devam edelim. Bu konunun en büyük uzmanı Prof. Fuat Sezgin, İslam Uygarlığındaki bilimsel araştırma ve buluşların 15 yüzyıla kadar devam ettiğini belirtir. Prof. Sezgin’e göre İslam dünyasında teknolojik buluşlar bireysel çalışmalarla ilim adamları 16. yüzyıla kadar bilimsel eserler vermiştir, fakat bunların yayılıp gelişmesinden Müslümanlar değil Batı’lılar faydalanmıştır.(1)
Aslında bu sorunun cevabı bir kitap olacak kadar geniş bir konuyu kapsar. İslam dünyası 12. Yüzyıldan itibaren 900 yıl bu sorunu İslam’da içtihat (yenilik) kapısı kapandı mı yoksa hala açık mı gibi sonu gelmeyen kısır bir tartışmaya odaklandı. Bu tartışma hala gündemdedir. Bu arada İslam ülkeleri geri kalmamıştır diyenlere kısa bir hatırlatma yapalım; İslam ülkeleri dünya nüfusun %25 sahipken dünya toplam üretiminin sadece % 7 civarını sağlıyor. 57 İslam ülkesinin toplam milli gelirine tek başına Almanya sahip. Durum bu kadar üzücü. Teknolojik, bilimsel buluşlar konusunda Müslüman ülkelerinin ilgisizliğine hiç girmeyelim.
GAZALİ’NİN GÖRÜŞLERİ
İslam’ın bilimsel gelişmesinin önünün kapatılmasının nedenleri arasında klasik bir bakış açısı vardır o da İmam Gazali’nin {1058-1111} muhafazakâr görüşlerinin ve eserlerinin felsefe ve aklı kullanarak bir İslam uygarlığı yaratan döneme imza atan bilimsel gelişmenin önüne set çektiğidir. Gazali1095 yılında İslam filozofları ile ilgili eleştirileri ihtiva eden filozofların tutarsızlığı (Tehafut el-Felasife) adlı kitabını yazdı. Gazalinin temel felsefesi iyi ve kötünün akıl yoluyla bilinebileceğini reddetmesiydi. Gazali " aklın yalnız şeriat ilminin öğrenilmesinde yardımcı olacağını" öne sürer(2) Filozoflar saray çevrelerinde saygınlık genel sohbetlerine rağmen felsefelerine hiçbir zaman halk kitlelerini sürüklemediler. Onlar geniş kitlelerin kolayca anlayıp kabul edeceği kolay formüle edilmiş doktrinler yaratmak ve bu yeni yorumları yeni bir mezhep şeklinde sunmak iddiasında da değillerdi. "Filozofların bir grup olarak etkileri azdı". (3) Bir süre sonra da diğer bir insanın derin düşünmesini araştırmacı ve soruşturmacı bir düşünce yapısı olmasını önlemek onu körü körüne inanmaya teşvik etmek için ‘Bahsin {konunun} derinliğine dalarak haddini aşanlar helak olmuştur.’(4) Hadisi ortaya atılmıştır.
Gazali’nin bu eserine karşı İslam filozofu İbn Rüşd’ün {1126-1198} aklı savunduğu ‘Tehafüt’e karşı Tehafüt’ adlı eseri fazla taraftar bulmamıştı.
Bu konuda Gazali’nin belli bir oranda etkisi olduğu inkar edilemez fakat bir kişinin İslam ülkelerinin gerilemesinde oldukça büyük rol oynadığını iddia etmek olayı çok basite indirgeyen oldukça kolaycı bir analizdir..
DEVLET DESPOTİZMİ
İslam devletinin başlangıçtan itibaren bütün kurumları devamlı savaş açarak yeni topraklar ve gelirler kazanma üzerine kurulmuştu ve savaş cihad adıyla kutsaldı ve devletin başlıca görevi cihaddı. Cihad başarısız olunca sistem işlemez hale geliyordu. Sistemdeki bozukluklar oldukça belirginleşmeye başladığında da çözüm olarak hep şeriat esas alınarak çözme politikası düşünülüyordu. 19 yy da Osmanlı imparatorluğunda devlet adamı tarihçi hukukçu Cevdet Paşa ( 1822- 1895) gibi kültürlü ve aydın diye bilinen bir kimse dahi devletin başlıca görevinin savaş (cihad) olduğuna inanmıştır;‘’Namık Kemal’’ (1840 - 1888) ya da benzerlerinin yaptığı gibi hepsinin ortak düşüncesi şeriatın özüne bağlı kalmak tek kurtuluş yolu olduğu idi. Şeriatı koruyan uygulayanda devlet olunca kutsal ve dokunulmaz oluyordu. Bu da devlet despotizmin sınırlarını dokunulmazlık eleştirilemezlik boyutlarına taşıyordu.
Başta Osmanlı olmak üzere İslam ülkeleri gelişme ve genişleme dönemlerinde topraklarına toprak kattı fakat ekonomik değere kalıcı bir değer katacak sistemi yaratamadı. Bunun nedenlerini de araştırıp soruşturamadı. Kurtuluşu tekrar şeriata geri dönmekte buldu.
İslam ülkelerinde geri kalmışlık kıstasının istatistiklere girmeyen fakat yüzyıllardan beri acı bir gerçek olarak hala hâkim olan kısmı İslam’da özgür düşüncenin gelişebileceği ortamın yaratılmamış olmasıdır. İslam ülkeleri, ülkelerinde oldukça az yetişen çağdaş aydınlarını susturmada çeşitli baskı ve yıldırma metodu ile yok etmede ülkeye katkı sağlamasını önlemede çok başarılıdırlar. Başarılı olamadıkları yerler kendi ülkelerinin sorunlarını doğru tespit edip ona göre plan proje oluşturma kapasitelerinden yoksun olmalarıdır.
Her ne kadar Ebu Hanife, toplum içindeki değişik görüş ve fikirlerin toplumu daha ileri götüreceği konusunda İhtilalaf”ul-Umme Rahme/İhtilafu Ümmeti Rahme {ümmetin-ümmetimin ihtilafı rahmettir}(5) Yani toplumun birbirleri arasında değişik fikirleri olmasının topluma fayda sağlayacağı hadisini örnek vermesine rağmen kimse bu tip hadisleri dikkate almamıştır. İslam’ın kendisinin eleştirilmesine ve temel İslami akideler dışında yorum yapılmasına fazla toleransı yoktur Bu konudaki örnekler hacimli bir kitap konusu teşkil edecek kadar çoktur. En meşhuru Hallacı Mansur olayıdır. İran’lı İslam âlimi, sufi Hallacı Mansur {858-922} sufilerin halka paylaşmayı uygun bulmadığı birçok görüşü halkın önünde ifade etmekten çekinmezdi. Bir gün tasavvuf, sufi felsefesini bilmeyen Müslümanlar tarafından yanlış yorumlara sebep olacak ben Hakkım, ben Tanrıyım anlamına gelen ‘Enel Hakk’ deyince, Abbasi yöneticileri tarafından mahkeme edildi uzun yıllar hapishanede tutuldu sonra işkence edilerek öldürüldü.(6)
MELAMİYE
1280 yılında Bağdat’ta ‘Üç dinin {tek tanrılı} İncelenmesi’ adlı bir kitap Yahudi asıllı filozof, doktor İbn-i Kammuna tarafından yazılır. Kitap Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerini eleştirisel açıdan inceler. Tanrı’ya olan teslimiyet, boyun eğme, onun yolunda gitme gibi taleplerin yeni şeyler olmadığı, bunların eski dinlerde bolca bulunduğunu ileri sürmüştü. İslam’ seçenlerin çoğunun onu çok istediğinden ilkelerini çok beğendiğinden değil, İslam’ın kılıcından korkmaları, gayrimüslimlere yüklenen ekstra vergiler {cizye}, gayrimüslim olarak toplum içinde aşağı statüde biri olarak hor görülmemek gibi nedenlerden İslamı seçtiklerini ileri sürmüştü. 13. yy tarihçisi Fuvati {1244-1323} anlatımına göre, İbn Kammuna’nın kitabı Müslümanlar tarafından duyulur duyulmaz büyük tepki çekti, 1284 yılında bir kısım halkın ayaklanarak İbn Kamnuna’nın evini bastılar. Bağdat şehrin Emirinin araya girmesi bile bu azgın kalabalığı yatıştıramadı. Bu sefer kalabalık Emiri İbn Kamnuna gibi bir İslam düşmanını koruyor diye suçladılar. Ertesi günü şehri saran surların dibinde İbn Kamnuna’nın yakılması ile kızgın kalabalık dağıtılabilindi.
İslam’a daha derin felsefi bir yorumla yaklaşan Melami (Melamiye) taraftarlarının şeyhi Hamza Bali Osmanlı döneminde Bosna’da tutuklanıp muhakeme edilmek için İstanbul’a gönderilmişti. Sonuçta mahkeme Kanuni Sultan Süleyman döneminin şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin fetvasına dayanarak Hamza Bali’yi 1561 yılında idama mahkûm etmişti.
İslam’a bazı eleştiri getiren görüşleri yansıtan kitapların İslam ülkelerinde yazılma şansı çok azdır. Böyle bir kitap yazılsa bile İslam dünyasında basılma, dağıtılma olanağı hemen hemen çok kısıtlıdır. Ali Abd el-Razik, Mısır Kahire’de meşhur İslam üniversitesi ‘El-Ezher’ de şeyh {prof.} statüsünde yüksek seviyede bir İslam alimi idi. 1925 yılında ‘İslam ve Hükümetin Prensipleri’ adlı bir kitap yayınladı. Kitabında İslam’ın aslında din ile politikanın ayrı olmasını talep ettiğini ileri sürmüş, bunun üzerine öbür İslam alimlerinin tepkisini çekmiş dine, Allaha karşı saygısızlık ettiğine karar kılınarak, üniversiteden atılmış ve herhangi bir dini görevde bulunması yasaklanmıştı.
Hem Irak’da hem İran’da uzun yıllar din eğitimi almasına rağmen, din adamlığı mesleğine devam etmeyen gazete çıkartan ve defalarca İran Parlamento{meclis} üyeliği de yapan İranlı liberal düşünür Ali Daşti {Dashti} {1896-1982} İran’da kadın hakları savunuculuğunu yapıyor onların eğitilmesi onlara daha çok hürriyet verilmesini savunuyordu. Yazdığı romanlarında da bu konuyu işliyordu. 1937 yılında İran’da Şah döneminde İslam’ı klasik açıdan değil rasyonel bakış açısıyla bakıp incelemiş. Hz Muhammed’in de insan olduğunu hatalar yaptığını(7), zaman zaman sinirlerine hakim olamadığı gibi insani vasıfları ile ele alıp ‘Yirmiüç Sene’ {Bist o Seh Sal} (8) adlı bir kitap yazmış fakat Şah döneminde İslam’a karşı en ufak bir eleştiri getiren eserler yasak olduğundan kitap Beyrut’ta muhtemelen 1970’li yıllarda üzerinde tarih ve basım adresi olmadan el altından basılmış, Kitap beşyüzbine yakın satmıştı. Ali Daşti İran devriminden {1979}hemen sonra din düşmanı diye tutuklanmış 85 yaşında olmasına rağmen hapishanede işkence görmüş, bu işkence sırasında ayağı kırılmıştı. Yaşlı vücudu hapishane hayatına ve işkencelere fazla dayanamadı, Fazla yaşamayacağı anlaşılınca ölümünden kısa süre önce serbest bırakılmıştı. 1982 yılında vefatından hemen önce bir dostuna eğer benim yazdığım gibi kitaplar Şah döneminde İran’da yasak olmasaydı İran’da İslam devrimi olmazdı demişti.
TAHA HÜSEYİN’E YAPILANLAR
Diğer El-Ezher mezunu edebiyatçı Taha Hüseyin’de İslama eleştirisel bakış açısı yüzünden resmi memurluk görevinden atılmıştı.(9) 1988 yılında edebiyat dalında Nobel ödülünü alan Mısır Kahire doğumlu Necip Mahfuz {1911-2006 }İslam dinine açık eleştiri getirmemesine rağmen, hoşgörü yanlısı olduğu için Mısır’da tutucu dini kesimlerle arası iyi değildi 1994 bir suikast girişiminden birkaç bıçak darbesi ile kurtulmuştu. Uzun yıllar evinde saklanarak devlet koruması eşliğinde hayatını sürdürmeye çalıştı.
Mısır’da din ile devlet işlerinin tamamen ayrı olmasını savunan, Mısır’daki tutucu din adamları ve kesimi açıkça eleştiren Mısırlı aydın Dr. Farak Foda (Faraq Foda) Haziran 1992’de öldürüldü. Mısır’da bugün bu şartlar altında diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi demokratik, laik aydınların fikirlerini hür bir şekilde söyleyip yazıya dökme olanakları çok kısıtlıdır.
Sudanlı din bilgini Mahmud Muhammed Taha Sudan’daki farklı dinler için ortak bir zemin oluşturma için bir girişim başlattı. Ayrıca Kur’anda savaşa teşvik etmeyen, hırsızın elinin kesilmesinin, kadının örtünmesinin olmadığı daha uzlaşmacı daha evrensel yaklaşımın sergilendiği Mekke sureleri ile erken dönem Medine surelerine bir öncelik ve daha çok önem vererek İslamı yorumladı. Mekke ile Medine surelerinin bariz ayrılıklarına dikkat çekti. Bunun üzerine Sudan otoriteleri dinden dönme, {mürted} din değiştirme {irtidat} davası açarak din adamı Mahmud Muhammed Taha’yı tutukladı. Ocak 1985’de asılarak idam edildi.
Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde Kuran araştırmaları bölümünde öğretim görevlisi olan Dr. Nasır Ebu Zeyd, Kuran konusunda 1990 yılında yazdığı kitabında Kuran’a radikal yorumlar getiriyor diye Mısır’da büyük bir tepkiyle karşılaştı. Halkın çeşitli kesimlerinden gelen baskıların yanında birçok fanatik Müslüman’dan ölüm tehditleri alması yaşamını tehdit eder hale getirdi. 1995 yılında Mısır Yüksek Mahkemesi tarafından dinden dönmüş, kafir ilan edildi. Mahkeme hanımından boşanmasını istedi. Çünkü Şeriat hukuku gereği kafir kabul edilen bir kimse Müslüman bir kadınla evli kalamazdı. Canını kurtarmak için en sonunda Hollanda’ya kaçmak zorunda kaldı.(10)
İslam ülkeleri içinde laik, demokratik ve en toleranslı olan Türkiye’de suikasta kurban giden hapislerde hayatı karartılan gerçek aydınların sayısı oldukça kabarıktır. Dini fanatizm 20 yüzyılın sonunda bile aydınları diri diri yakacak kadar çağın gerisindedir. Bu konuda daha geniş bilgi için Bilim ve Gelecek dergisinin Ekim 2010 sayısındaki ‘Ölü Aydınlar Ülkesi’ makalesine bakabilirsiniz.
İslam ülkeleri nadirde olsa ülkede yetişen değerlerin kıymetini bilmede pek başarılı olmadığı gibi onları yok etmede sindirmede oldukça başarılı olmuştur.
KENDİNİ ALDATMA
Son yıllarda müspet bilimsel araştırmaya yönelme ve destekleme yerine Kuran’da bilimsel şifreler aramaya, Kuran’ın bir bilim kitabı olduğunu ispat etme yarışına girerek bilimsel hurafeciliğe başvurulmaktadır. Bu yüzyıllardır devam eden kendi kendini aldatmanın yeni bir sürümüdür. Mısır’lı İslam alimlerinden, Seyyid Kutup{1906-1967} Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasına kısaca laik bir devlet düzenine karşı olmasına rağmen Kuran’ın bir bilim kitabı olduğuna karşı çıkıyor; ‘Din alimlerinin bilimsel konulara Kur’an ile cevap vermesini beklemek yanlıştır. Kur’an-ı Kerim bir astronomi, bir kimya, ya da bir tıp kitabı değildir.’ (11) diyerek yıllar evvel bu konuya gereken açıklığı getirmişti.
Ayrıca ‘İlim Çin’de de olsa git onu ara bul’ hadisindeki ilim bizim bugün anladığımız ilim değil İslam dini anlamındadır.(12) Ayrıca bu hadis sahih {geçerli} hadislerden de değildir. Bu hadis, hadis ve tefsir bilimcilerinden olan, İbn Hibban {ölm. 965} İbnu’l Cevz i{116-1220} el-Mevduat’ta, İmam eş-Şevkani’ye {1173-1250} göre uydurma hadislerdendir(13) Uydurma olmasa bile buradaki ilmin aranmasındaki maksat tamamen dini arama ile ilgilidir.
İslâm geleneksel eşitlikçi, mütevazi yaşamın yardımlaşmanın, erdem olduğu bir çağın ürünüdür. Faiz yasağıyla, kadercilik anlayışıyla, imanı bilimin önünde tutmasıyla daha çok kazanıp, daha çok tüketen kapitalizm ile çelişir. Bu paranın, egoizmin esiri olmuş acımasız oyunun içinde fazla olmak istemez. Müslümanlar kapitalizmin oluşumundan küresel sermayeye geçilip küresel bir sisteme dönüşüm süreci içinde dünya ekonomisinde etkin bir rol oynayamadı. Hep küresel ekonomik ve siyasi sitemin işleyiş mekanizmasına yabancı oldular. Olayları tam olarak algılayıp değerlendirmekte zorluk çektiler. Batılı küresel sermaye sahibi aktörler tarafından yönlendirilen sistemde yalnız pasif seyirciler olarak üretici olarak değil tüketici olarak katıldılar ve acımasızca madden ve manen hem içeriden hem dışarıdan sömürüldüler. Bunu açıkça dile getirenler bir şekilde susturuldu.
İslam ülkelerinde gerçek aydınlar devletin despotik, otoriter mekanizması ile doğruluğu yanılmazlığı tartışılamayan dogmatizmin baskısı arasında sıkışıp kaldılar ve pasifize edildiler. Bundan dolayı İslam dünyası hala büyük bir vaktini, çağın çok gerisinde kalmış konuları tartışmakla geçirmektedir. Kadınların, erkek şovenizmi aşırı dini tutuculuğun baskısından kurtulamadığı ve eğitimleri, toplumsal kalkınmaya katılımlarının engellendiği, bilimin, rasyonel toplumsal düşünce tarzına hakim olmadığı ve dinsel fanatizmin korkusuyla öz eleştirinin yapılamadığı, bir ortamda ileri gitmek mucizelere bağlıdır.
MARDİN FETVASI
Ilımlı İslam ve Mardin fetvası
Geçtiğimiz hafta sonu, 700 sene önceki "Mardin Fetvası"nı tartışmak üzere Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliğinde, Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşlarının desteğiyle 'Barış Diyarı Mardin' başlığıyla bir sempozyum (bilgi şöleni) düzenlendi.
İngilizler, programı Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile ortak yapmak istediler.
Ama Diyanet İşleri Başkanlığı, yedi asır öncesinde kalmış, Mardin'de bile hiç kimsenin bilmediği fetvayı, Müslüman teröristler için dayanak noktası kabul etmenin yanlışlığına dikkat çekerek toplantıya ev sahipliği yapmayı reddetti. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in açıklaması da ilginç:
"11 Eylül'den sonraki şiddet ve terör olaylarının onlarca sebebi ortada dururken, yedi asır önce Mardin'de verilmiş bir fetvayı ve bu fetvanın sahibi İbn-i Teymiyye'yi sorumlu tutmak doğru değil. Anadolu'da kimsenin bilmediği bir fetvaya şöhret kazandırmak da yanlış."
Toplantı medyaya "Mardin Fetvası kaldırılıyor “ diye yansıdı.
Türkiye medyasında "Mardin Fetvası kaldırılıyor" diye sunulan toplantı gün boyunca BBC ekranından yayınlandı.
AKP iktidarının YÖK vasıtasıyla yol verdiği İngiliz sponsorluğundaki (destekleyici) toplantı gerçekten çok önemli ama tartışma kamuoyunda gereğince yer bulmadı.
Bu toplantının hemen ardından Moskova metrosunda (yeraltı treni) meydana gelen kanlı patlamaları dış basın, Rus Kommersant gazetesine referans göstererek Türkiye’ye dayandırdı.
”Çeçen intihar komandoları hepsi Türkiye'de medreselerde eğitiliyormuş”.
Bakın hele!
Kanlı eylemler, Müslüman Çeçenler ve Batıl zihniyetin yüzyıllarca çanına ot tıkayan medreseler…
Ve Ilımlı İslam Projelerinin uygulama sahası haline getirilen Türkiye.
Moskova metrosunda bombalar hemen patladıktan sonra Prof Dr. Mahir Kaynak bunun bir İngiliz provokasyonu olabileceğine dikkat çekmişti.
Bir de Mardin Fetvası’nın içeriğini hatırlayalım:
“Tarihler Miladi 1300’ün başlarını gösterirken Moğollar Mardin’i işgal eder. Bunun üzerine ahali, dönemin ünlü İslam bilgini İbn-i Teymiyye’ye gidip Moğollara başkaldırı ya da mücadele etmenin caiz olup olmadığını sorar.
İbn-i Teymiyye’nin bu soru karşısında İslam adına verdiği karşılık ya da fetva şudur:“Mardin için iki durum söz konusu; İslam hukuku ile yönetilmediği için Darü’l-İslam denemez ama yaşayanların tamamına yakını Müslüman olduğu için Darü’l-Harp de değil. Buradan hareketle istilaya direnmek caiz ve hatta cihattır.”
Bir hatırlatmada büyük yankılar yapan The Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan, "Türkiye'nin Siyasi Devrimi" başlıklı, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Lehigh Üniversitesi Profesörü Henri Barkey imzalarını taşıyan makaleden:
"....Türkiye'de görülmemiş ve ordunun ülkenin siyasi yaşamı üzerindeki vesayetinin kaldırılmasına doğru götüren siyasi bir drama göz önüne seriliyor. Eğer iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), önemsiz dini konulardan kaçınarak ve kendi demokrasisini güçlendirerek Türkiye'nin tırmanan kutuplaşmayı azaltmada başarılı olursa İslam dünyası üzerindeki etkisi, dokunulur olmasa da, çok büyük olabilir."
Türkiye uzmanları (!) acil uyarı yapıp yine ordu sopasını kullanıyorlar ”elinizi çabuk tutun yoksa ordu dikeni ayağınıza batar ha!”
Gazete sütunlarında dile getirmiştik, Afganistan’ da iş yapan bazı Türklere ABD'lilerin “2012’de oradayız” dediklerini.
Bizimki komplo senaryoları yazmak değil. Amacımız, parça parça gibi gözüken gelişmeleri ve tezgâhları art arda sıralayıp fotoğraf bütünlüğünü sağlamak.
Konunun ehli değiliz ama Mardin Fetvası Müslümanların cihat etmesinin meşru dayanağını sağlayan ve bu güne kadarda yürürlükte olan bir fetva…
1.Dünya harbinin emperyal gücü İngiltere’ye karşı Anadolu işgaline karşı Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı Kuvayi Milliye hareketi bu fetva nedeniyle de meşru idi ve Müslüman ahali tarafından da önemli destek ve katkı verilmişti.
Bu toplantı, BOP'un Orta Doğu'da yaratmak istediği “kapitalist Müslüman” tipinin (Kalvinist İslam) gerçekleştirilebilmesi için önemli engellerden birinin kaldırılması için düzenlenmiştir. Ilımlı İslam projesinin müçtehitliğine soyunan Prof. Hayrettin KARAMAN “Afgan halkının Sovyetlerle savaşı cihaddır, Amerika’ya başkaldırısı ise cihad istismarıdır.”sözleriyle Tayyip Erdoğan’ın eşbaşkanlık sözüyle kastettiklerinin içini doldurmaktadır.
Kurtuluş savaşında da Anadolu halkını Milli Mücadeleden koparmak adına İngiliz kökenli düzmece fetvalar veriliyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları “ dinden çıkan hainler“ olarak ilan ediliyordu. Niye dinden çıkan hainlerdi? Tek suçları işgalci İngilizlere ve onların yardakçılarına karşı vatan için mücadele etmekti.
Ama o zaman da bugün hesaplayamadıkları bir şeyi hesaplayamıyorlardı. Türk Milletinin Mustafa Kemalleri ve Rıfat Börekçileri vardı.
Biz de bu son olarak Mardin'de gerçekleştirilen İngiliz tezgâhına, İlk Diyanet İşleri Başkanımız Rıfat Börekçi'nin Kurtuluş savaşını şahlandıran fetvasını hatırlatarak cevap verelim:
“ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT EFENDİ’NİN KARŞI FETVASI
Dünyanın düzeninin sebebi olan Müslümanların Halifesi (Allah onun azametini ve hilafetini kıyamet gününe kadar uzatsın) hazretlerinin hilafet makamı ve saltanat merkezi olan İstanbul, Halife’nin rızası hilafına olarak, Müslümanların düşmanları olan devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslam askerleri silahlarından soyulup bazıları haksız yere öldürülerek, Hilafet merkezinin korunmasını üstlenen, bütün istihkâmlar, kaleler diğer harp vasıtalarını zapt ve resmi muameleleri yürütme ve Müslüman askerleri teçhize memur olan Bab-ı Ali ve Harbiye Nezaretine el konularak, halifeyi, milletin hakiki faydalarını temin edecek tedbirler almasından fiilen yasaklama, sıkıyönetim ilanı, Divan-ı Harpler teşkil ederek İngiliz kanunlarına uygun olarak muhakeme ve cezalandırma suretiyle Halife’nin hükmetme hakkına müdahale ve yine Halife’nin arzusu hilafına olarak Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde Müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip, namuslarına tecavüz ederek mukaddesatlarını tahkir ettikleri takdirde yukarıda açıklandığı gibi harekete maruz kalan ve esir olan gayretlerini sarf etmek bütün Müslümanlara farz olur mu?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir, OLUR (Düşman saldırdığı zaman onunla savaşmak herkese farzdır. Bu durumda kadının kocasının izniyle, kölenin de efendisinin izniyle savaşması gerekir.) “Kenz ve Bezzaziye adlı eserlerde“. (Eğer bir Müslüman kadın doğuda baskına uğrarsa batıdakilerin onu esaretten kurtarmaları gerekir.) ”Bahru’r Raik adlı eserde”
Bu şekilde hilafetin meşru haklarını, gasbedilen gücünü geri almak ve tecavüze maruz kalan memleketleri düşmandan temizlemek için cihat edip savaşan Müslümanlar dinen baği (devlete isyan etmiş) olurlar mı?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZLAR (isyancı diye gerçek imama itaati haksız olarak tanımayan Müslüman gruba denir.) “Mecmeu’l-Enhur adlı eserde”
Yukarıda yazıldığı şekilde Hilafetin gasp edilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan savaşta vefat edenler şehit, hayatta kalanlar gazi olurlar mı?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR (Şehit şunlardır: Düşman, isyancılar ve yol kesiciler tarafından öldürülenler veya ellerinde belirli bir işaretle savaş meydanında bulunanlar, bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı dinen öldürmesi gerekmeyen bir konu dolayısıyla zulmen öldürdüğü takdirde öldürülen, aynı şekilde zimmînin yine dinen öldürülmesi gerekmeyen bir konu sebebiyle bir başkasını öldürdüğü takdirde öldürülen şehittir. (“Zeylei adlı eserde”)
Bu şekilde cihat edip dini görevlerini yerine getiren Müslümanlara karşı düşman tarafından Müslümanlar arasında silah kullanıp adam öldüren kişiler en büyük günahı işlemiş ve fesat çıkarmış olurlar mı?
Cevabı Budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR. (Allahü taala şöyle buyurmuştur : “Fitne adam öldürmeden daha kötüdür. Bundan dolayı da fesatçılar fitneye başvurur” “ Fethül Kadir adlı eserde”)
Düşman devletlerin zorlaması ve kandırması sonucu verilen hak ve hakikat ile bağdaşmayan fetvalara Müslümanların bağlanmaları ve dinen ona göre hareket etmeleri doğru olur mu?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZ. (Zorlama rızayı yok eder! “Velvaliceyh adlı eserde”)
16 Nisan 1336 (1920)
Mehmet Rıfat (BÖREKÇİ)
Ankara Müftüsü
Biz bu fetvayı alalı çok olmadı, yalnızca 90 yıl geçti. Emperyalist tezgâhçılar iyi bilsin ne 700 yıllık Mardin Fetvasını nede 90 yıllık Ankara fetvasını unuturuz!
Ha! Bir de Ilımlı İslamcılar, emperyalistler ve yardakçıları unutmasınlar: İslam sancaktarlığı şerefine erişmiş bu millet Cihad'ın Kur'andan kaynaklandığını çok iyi bilir. Bunu İngilizler de iyi bilirler esasında. Kur’an’dan cihad ayetlerini (tövbe-hâşâ) kaldırmak mümkün mü? Tabii ki böyle bir şeyi tartışmak düşünmek bile cehalettir. Aksi halde başlarına ne geleceğini de iyi bilirler.
Her ne kadar kişiler üzerinden tartışma açıp da tezgâhlarını ilizyonlarla bize yutturmaya kalksalar da nafile. Türk milleti gücünü Allah'a olan inancından ve yüce Kur'an-ı Kerim Azimüşşan'dan alır.
Geçtiğimiz hafta sonu, 700 sene önceki "Mardin Fetvası"nı tartışmak üzere Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliğinde, Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşlarının desteğiyle 'Barış Diyarı Mardin' başlığıyla bir sempozyum (bilgi şöleni) düzenlendi.
İngilizler, programı Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile ortak yapmak istediler.
Ama Diyanet İşleri Başkanlığı, yedi asır öncesinde kalmış, Mardin'de bile hiç kimsenin bilmediği fetvayı, Müslüman teröristler için dayanak noktası kabul etmenin yanlışlığına dikkat çekerek toplantıya ev sahipliği yapmayı reddetti. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in açıklaması da ilginç:
"11 Eylül'den sonraki şiddet ve terör olaylarının onlarca sebebi ortada dururken, yedi asır önce Mardin'de verilmiş bir fetvayı ve bu fetvanın sahibi İbn-i Teymiyye'yi sorumlu tutmak doğru değil. Anadolu'da kimsenin bilmediği bir fetvaya şöhret kazandırmak da yanlış."
Toplantı medyaya "Mardin Fetvası kaldırılıyor “ diye yansıdı.
Türkiye medyasında "Mardin Fetvası kaldırılıyor" diye sunulan toplantı gün boyunca BBC ekranından yayınlandı.
AKP iktidarının YÖK vasıtasıyla yol verdiği İngiliz sponsorluğundaki (destekleyici) toplantı gerçekten çok önemli ama tartışma kamuoyunda gereğince yer bulmadı.
Bu toplantının hemen ardından Moskova metrosunda (yeraltı treni) meydana gelen kanlı patlamaları dış basın, Rus Kommersant gazetesine referans göstererek Türkiye’ye dayandırdı.
”Çeçen intihar komandoları hepsi Türkiye'de medreselerde eğitiliyormuş”.
Bakın hele!
Kanlı eylemler, Müslüman Çeçenler ve Batıl zihniyetin yüzyıllarca çanına ot tıkayan medreseler…
Ve Ilımlı İslam Projelerinin uygulama sahası haline getirilen Türkiye.
Moskova metrosunda bombalar hemen patladıktan sonra Prof Dr. Mahir Kaynak bunun bir İngiliz provokasyonu olabileceğine dikkat çekmişti.
Bir de Mardin Fetvası’nın içeriğini hatırlayalım:
“Tarihler Miladi 1300’ün başlarını gösterirken Moğollar Mardin’i işgal eder. Bunun üzerine ahali, dönemin ünlü İslam bilgini İbn-i Teymiyye’ye gidip Moğollara başkaldırı ya da mücadele etmenin caiz olup olmadığını sorar.
İbn-i Teymiyye’nin bu soru karşısında İslam adına verdiği karşılık ya da fetva şudur:“Mardin için iki durum söz konusu; İslam hukuku ile yönetilmediği için Darü’l-İslam denemez ama yaşayanların tamamına yakını Müslüman olduğu için Darü’l-Harp de değil. Buradan hareketle istilaya direnmek caiz ve hatta cihattır.”
Bir hatırlatmada büyük yankılar yapan The Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan, "Türkiye'nin Siyasi Devrimi" başlıklı, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Lehigh Üniversitesi Profesörü Henri Barkey imzalarını taşıyan makaleden:
"....Türkiye'de görülmemiş ve ordunun ülkenin siyasi yaşamı üzerindeki vesayetinin kaldırılmasına doğru götüren siyasi bir drama göz önüne seriliyor. Eğer iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), önemsiz dini konulardan kaçınarak ve kendi demokrasisini güçlendirerek Türkiye'nin tırmanan kutuplaşmayı azaltmada başarılı olursa İslam dünyası üzerindeki etkisi, dokunulur olmasa da, çok büyük olabilir."
Türkiye uzmanları (!) acil uyarı yapıp yine ordu sopasını kullanıyorlar ”elinizi çabuk tutun yoksa ordu dikeni ayağınıza batar ha!”
Gazete sütunlarında dile getirmiştik, Afganistan’ da iş yapan bazı Türklere ABD'lilerin “2012’de oradayız” dediklerini.
Bizimki komplo senaryoları yazmak değil. Amacımız, parça parça gibi gözüken gelişmeleri ve tezgâhları art arda sıralayıp fotoğraf bütünlüğünü sağlamak.
Konunun ehli değiliz ama Mardin Fetvası Müslümanların cihat etmesinin meşru dayanağını sağlayan ve bu güne kadarda yürürlükte olan bir fetva…
1.Dünya harbinin emperyal gücü İngiltere’ye karşı Anadolu işgaline karşı Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı Kuvayi Milliye hareketi bu fetva nedeniyle de meşru idi ve Müslüman ahali tarafından da önemli destek ve katkı verilmişti.
Bu toplantı, BOP'un Orta Doğu'da yaratmak istediği “kapitalist Müslüman” tipinin (Kalvinist İslam) gerçekleştirilebilmesi için önemli engellerden birinin kaldırılması için düzenlenmiştir. Ilımlı İslam projesinin müçtehitliğine soyunan Prof. Hayrettin KARAMAN “Afgan halkının Sovyetlerle savaşı cihaddır, Amerika’ya başkaldırısı ise cihad istismarıdır.”sözleriyle Tayyip Erdoğan’ın eşbaşkanlık sözüyle kastettiklerinin içini doldurmaktadır.
Kurtuluş savaşında da Anadolu halkını Milli Mücadeleden koparmak adına İngiliz kökenli düzmece fetvalar veriliyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları “ dinden çıkan hainler“ olarak ilan ediliyordu. Niye dinden çıkan hainlerdi? Tek suçları işgalci İngilizlere ve onların yardakçılarına karşı vatan için mücadele etmekti.
Ama o zaman da bugün hesaplayamadıkları bir şeyi hesaplayamıyorlardı. Türk Milletinin Mustafa Kemalleri ve Rıfat Börekçileri vardı.
Biz de bu son olarak Mardin'de gerçekleştirilen İngiliz tezgâhına, İlk Diyanet İşleri Başkanımız Rıfat Börekçi'nin Kurtuluş savaşını şahlandıran fetvasını hatırlatarak cevap verelim:
“ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT EFENDİ’NİN KARŞI FETVASI
Dünyanın düzeninin sebebi olan Müslümanların Halifesi (Allah onun azametini ve hilafetini kıyamet gününe kadar uzatsın) hazretlerinin hilafet makamı ve saltanat merkezi olan İstanbul, Halife’nin rızası hilafına olarak, Müslümanların düşmanları olan devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslam askerleri silahlarından soyulup bazıları haksız yere öldürülerek, Hilafet merkezinin korunmasını üstlenen, bütün istihkâmlar, kaleler diğer harp vasıtalarını zapt ve resmi muameleleri yürütme ve Müslüman askerleri teçhize memur olan Bab-ı Ali ve Harbiye Nezaretine el konularak, halifeyi, milletin hakiki faydalarını temin edecek tedbirler almasından fiilen yasaklama, sıkıyönetim ilanı, Divan-ı Harpler teşkil ederek İngiliz kanunlarına uygun olarak muhakeme ve cezalandırma suretiyle Halife’nin hükmetme hakkına müdahale ve yine Halife’nin arzusu hilafına olarak Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde Müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip, namuslarına tecavüz ederek mukaddesatlarını tahkir ettikleri takdirde yukarıda açıklandığı gibi harekete maruz kalan ve esir olan gayretlerini sarf etmek bütün Müslümanlara farz olur mu?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir, OLUR (Düşman saldırdığı zaman onunla savaşmak herkese farzdır. Bu durumda kadının kocasının izniyle, kölenin de efendisinin izniyle savaşması gerekir.) “Kenz ve Bezzaziye adlı eserlerde“. (Eğer bir Müslüman kadın doğuda baskına uğrarsa batıdakilerin onu esaretten kurtarmaları gerekir.) ”Bahru’r Raik adlı eserde”
Bu şekilde hilafetin meşru haklarını, gasbedilen gücünü geri almak ve tecavüze maruz kalan memleketleri düşmandan temizlemek için cihat edip savaşan Müslümanlar dinen baği (devlete isyan etmiş) olurlar mı?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZLAR (isyancı diye gerçek imama itaati haksız olarak tanımayan Müslüman gruba denir.) “Mecmeu’l-Enhur adlı eserde”
Yukarıda yazıldığı şekilde Hilafetin gasp edilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan savaşta vefat edenler şehit, hayatta kalanlar gazi olurlar mı?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR (Şehit şunlardır: Düşman, isyancılar ve yol kesiciler tarafından öldürülenler veya ellerinde belirli bir işaretle savaş meydanında bulunanlar, bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı dinen öldürmesi gerekmeyen bir konu dolayısıyla zulmen öldürdüğü takdirde öldürülen, aynı şekilde zimmînin yine dinen öldürülmesi gerekmeyen bir konu sebebiyle bir başkasını öldürdüğü takdirde öldürülen şehittir. (“Zeylei adlı eserde”)
Bu şekilde cihat edip dini görevlerini yerine getiren Müslümanlara karşı düşman tarafından Müslümanlar arasında silah kullanıp adam öldüren kişiler en büyük günahı işlemiş ve fesat çıkarmış olurlar mı?
Cevabı Budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR. (Allahü taala şöyle buyurmuştur : “Fitne adam öldürmeden daha kötüdür. Bundan dolayı da fesatçılar fitneye başvurur” “ Fethül Kadir adlı eserde”)
Düşman devletlerin zorlaması ve kandırması sonucu verilen hak ve hakikat ile bağdaşmayan fetvalara Müslümanların bağlanmaları ve dinen ona göre hareket etmeleri doğru olur mu?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZ. (Zorlama rızayı yok eder! “Velvaliceyh adlı eserde”)
16 Nisan 1336 (1920)
Mehmet Rıfat (BÖREKÇİ)
Ankara Müftüsü
Biz bu fetvayı alalı çok olmadı, yalnızca 90 yıl geçti. Emperyalist tezgâhçılar iyi bilsin ne 700 yıllık Mardin Fetvasını nede 90 yıllık Ankara fetvasını unuturuz!
Ha! Bir de Ilımlı İslamcılar, emperyalistler ve yardakçıları unutmasınlar: İslam sancaktarlığı şerefine erişmiş bu millet Cihad'ın Kur'andan kaynaklandığını çok iyi bilir. Bunu İngilizler de iyi bilirler esasında. Kur’an’dan cihad ayetlerini (tövbe-hâşâ) kaldırmak mümkün mü? Tabii ki böyle bir şeyi tartışmak düşünmek bile cehalettir. Aksi halde başlarına ne geleceğini de iyi bilirler.
Her ne kadar kişiler üzerinden tartışma açıp da tezgâhlarını ilizyonlarla bize yutturmaya kalksalar da nafile. Türk milleti gücünü Allah'a olan inancından ve yüce Kur'an-ı Kerim Azimüşşan'dan alır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)