4 Şubat 2011 Cuma

DURUMU KURUMU İDARE EDEN

MÜDÜRLÜK ATEŞTEN GÖMLEK
MÜDÜR kelimesi Arapça “dönmek, döndürmek” anlamındaki “devr” sözcüğünden türetilmiş.
İDARE kelimesinin de kökeni aynı sözcük. Müdürlerin DURUMU, KURUMU İDARE etmesi gerekiyor. Bunu kendi koşulları içinde becerenler olduğu gibi, türlü yoksunluk ve sorumluluk altında yalnız bırakılan Müdürlerimiz de var.
İdareci, en çok da Müdür olmak için girilen sınavlar, alınan puanlar ve türlü rekabetten galip gelen Müdürün kaderi atandığı okula bağlıdır. İyi bir semtin seçkin bir okulundaysanız devlet vermese veli yağdırır. Temizlik, güvenlik, onarım, donanım bir şekilde karşılanır. Böyle okulların hatırlı velilerini kızdırmak risktir sadece. Toplanan para, yapılan-yapılmayan kayıtlar, verilen notlar, kantin-servis ihaleleri başınıza dert olabilir. Öğretmen kadrosunun da çok puanlı, çokbilmiş ya da çok torpilli olması durumunda “İDARE” etmek güçleşecektir. Çok sayıda rakibiniz olacağından ayağınızın kayması an meselesidir.
Orta halli bir okulda idareciliği kör-topal götürürsünüz. Veliden bağış almak meşakkatlidir, ihtiyaçlar için Valiliği, semtin İşadamlarını, Dernek ve Vakıfların kapılarını aşındırırsanız, bilgisayar, projeksiyon, boya, spor malzemesi, kırtasiye ihtiyaçlarını karşılarsınız. Böyle okullarda öğretmenle iyi geçinen çalışkan bir idareci mucizeler yaratabilir. İmece ruhuyla yalnızca okulun fiziksel durumu değil, akademik başarısı da yükselir. Ücretsiz kurslar, etütler, sanatsal faaliyetler ile okulun yüzü ağarır. Bir kuru teşekkürle bile mutlu olacak Müdürümüzün başka bir okula atanması işte o aşamada gerçekleşir. Ya torpilli biri gelir makama konar yahut mesnetsiz bir soruşturma ile sorunları çözülmüş okulun idaresi el değiştirir. Hiçbir başarı cezasız kalmaz. Ana haberlerde arkasından ağlanırken gördüğümüz Müdürler bu gruba girer.
Bir de adını yalnız o mahallenin bildiği okullar vardır ki, orada Müdür olmak için gönül adamı olmak yetmez, sabır taşı olmak gerekir. Kapısından sobasına, ampulünden, tuvalet taşına, tebeşirinden, kağıdına kadar her şey önce Allah’a sonra size emanettir. Veli ve öğrenci profili öylesine zavallıdır ki sevgili Müdürüm bağış diye 1-2 Liraya gönül eğer. Suyu ve elektriği kesilmesin diye türlü taklalar atmak zorunda kalır, mühür söktüğü, kaçak bağlattığı görülmüştür. Boş geçen dersler için İlçe Milli Eğitimlerde öğretmen kovalar, geleni elinde tutmaya çalışır. Memuru yoksa yazışmaları kendi yapar, hizmetlisi olmayan okulu temizletmek için velilerle çalışır, sigortasını ödeyemediği ücretli işçi çalıştırır. Her durumda da risk almaktadır. Veliye sıra sildirdiği için soruşturma geçiren, sigorta borcu yüzünden maaşına haciz gelen Müdürlerimiz vardır.
Yalnızca “BİR” eğitim sendikasına üye olduğu için Müdürlük payesi kazananların yanında Müdürlüğü ateşten bir gömlek gibi taşıyanlar da var. O isimsiz kahramanlardan 13’ü görevlerinden istifa etti birkaç gün önce. Farklı illerde, farklı zamanlarda yapılan istifaları bilmemize olanak yok ancak Diyarbakır Silvan’daki 13 istifa sessiz bir eylem, bir çığlıktır. Müdürlerimizin istifa nedeni okullarında kadrolu hizmetli bulunmadığından sigortasız eleman çalıştırmak zorunda bırakılmaları, çünkü bu 13 okula tek kuruş bütçe ayrılmamış.
Zorunlu ve parasız eğitim koca bir yalan. Dünyanın en yetenekli idarecisini bütçesiz, dımdızlak bir okula atarsanız neyi, nasıl idare edecek? Silvan örneğinde Müdürlerimiz okullarına öğretmen olmak istediler, yerlerine 13 yeni kurban atandı. Bu Müdürlerin kullanımına bir bütçe atandı mı, onu bilemiyoruz…
Müdürlük; temsil noktasında onurlu, yükümlülük bakımından sorunlu bir makamdır. Okulun üç-otuz parasını kutsal emanet gibi taşıyan, zamanını, emeğini hatta parasını okula harcayan nicelerini tanıdım, onlarla çalışmanın gururunu yaşadım. Her durumda günah keçisi olan binlerce idarecinin uykusu okulun sorunları ile bölünmekte her gece. Onları bu çaresizliğe, yalnızlığa mahkum edenleri Allah’a havale ediyor, görevlerini layıkıyla ve özveriyle yapan Müdürlerimin ellerinden öpüyorum.

PAKRADUNİLER

Yahudi Kökenli Ermeniler

Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten Yahudi asıllı ‘Pakraduniler’in hikâyesi günışığına çıkıyor...
Selanikli Sabetaycılar, İspanyol Maranolar ve İranlı Meşhedilerden sonra Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü ortaya çıktı.
Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi M.Ö 730 yılında başlıyor ve günümüze kadar uzanıyor.
İddianın sahibi, araştırmacı-yazar Levon Panos Dabağyan. Yahudi asıllı Pakradunilerin M.S. 1045 yılına kadar Ermenileri “acımasızca” yönettiğini ifade ederken, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi tarihçilerinden Prof. Dr. Abraham Galante’yi gösteriyor.
Galante, “Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı” adlı kitabında,
“Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’nci yüzyıla dek sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir.”
diyor.
Bizans’ın krallıklarına son verdiği Pakraduniler, Selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.
Hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor.
O tarihte, Ermeni Kralı Sannasar, Filistin’e yaptığı seferde İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, 10 Yahudi kabilesini esir alır. Sonra onları Fırat’ın ötesine, Güney Ermenistan’a yerleştirir.
M.Ö. 700’lerde, bu kez Babil Kralı Nabukadnezar, Mısır Kralı Necho ile Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir sefer açar. Söz konusu sefere, Doğu Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile katılır.
Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, Nabukadnezar’ı fazlasıyla memnun eder ve esir aldığı 10 bin Yahudi’nin yarısını Kral Hıraçya’ya hediye eder. Bu esirler arasında İsrailoğulları’nın önemli şahsiyetlerinden Prens Şampat (Smbat/Shampat) da vardır. Şampat, kısa zamanda Hıraçya’nın takdirlerine mazhar olur. Devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükselir.
ESİRLİKTEN SOYLULUĞA
M.Ö. l5O’lerde soyunun Hz. Davud’a (as) dayandığını iddia eden ve adı “Pakarad Şampa” olan bir Yahudi, zamanın Ermenistan Kralı Vağarşak’a başvurarak saray hizmetine girebilme talebinde bulunur.
Dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından Prens Şampat’ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen Pakarad Şampa, Kral Vağarşak’ın en yakın bendeleri mevkiine erişir. Sonunda şaşırtıcı bir şekilde, Ermeni Kralları’na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde eder. M.Ö. 90-36’larda Ermeni krallarına Dikran II. (Büyük Dikran) İsrailoğullarına yönelik yeni bir sefer düzenler.
Bu sefer sırasında esir aldığı binlerce Yahudi’yi o da ülkesine götürür. Esirler arasından seçtiği “Aşod” adında bir asil Yahudi’yi özel hizmetine alır. Bu olaylar sonucunda Ermenistan’a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir Yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi Prens Şampat’ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişirler.
Zamanla Ermenilerin yönetimini ele geçiren Pakraduniler M.S. 1045’e kadar Ermenistan’da saltanat sürmeyi başarır.
26 YÜZYILDIR YAHUDİLİKLERİ DEVAM EDİYOR
“Kripto Yahudilik” konusunda uzman olan Türkiyeli Yahudi Prof. Abraham Galante,
“Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive/ Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı / Baskı: 1933, Fransızca İst.”
adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor:
“Pakraduniler varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir. Eğin’de, ‘Erzurum-Sivas arasında’, Marmara Denizi’nin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy’de yaşamış oldukları bilinen Pakraduniler, 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle Portekizli Marano’lar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler.”
Dabağyan, Pakradunilerin kullandığı isimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; Ermeni tarihçi Gatoğigos Ğorenazi’den şu nakilde bulunuyor:
“Simpat adını, ‘Pakraduniler’ oğullarına verirler. Bu isim İbranice’den geliyor ve aslı ‘Şampat’tır. Ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan ‘Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit’ gibi isimlerin Ermeni menşe’li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır.”
Dabağyan, Bizanslı tarihçi Pavstos’un, 3. Asır’da bölgede iskan edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.
NASSİ: DOMUZ ETİ YEMEZLER
Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan/Eğin (Yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. Nassi’ye göre cemaatin yayılımı, Arapkir, Kapadokya ve Kilikya/Çukurova’ya kadar uzanıyor.
Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin Ermenilerden farklı olduğunu, kafa yapısı olarak Yahudiler gibi Dolikosefal olduklarını kaydediyor.
Bir Yahudi-Ermeni’nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da kaydediyor.
Nassi, Pakradunilerin asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına uyduklarını, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde olduğunu ifade ediyor. Bunun da Ermeniler arasında “Yahudiliğin bir uzantısı” olarak değerlendirildiğini söylüyor. Nassi, Pakradunilerin, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19’uncu yüzyıla kadar Gürcistan’da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.
RAFIZÎ ERMENİLER KİM?
Fransız Mareşali Horace Sebastiani, Türkiye Ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda Ermenileri normal Ermeniler ve “Rafiziyyun/Rafiziler” olarak ikiye ayırır.
Dabağyan “Osmanlı İmparatorluğunda Şer Akımlar” kitabında bu raporu değerlendirirken, Fransızların Türkiye’deki etnik yapıya daha 1800’lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:
Selçuklular devrinde, Alparslan’ın saflarına geçerek, Bizans’a karşı savaşan ve sonradan İslam dinini kabul eden Ermenilerin büyük bir kısmı, bilâhere ‘Alevi Mezhebi’ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (...)
Demek ki, Mareşal Horace Sebastiani, Fransa’nın Türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, Osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için Anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!”
Ermeni asıllı Türk vatandaşı yazar Torkom İstepanyan ise Pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor:
“Türk-Ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11’inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064’te Pakraduni Ermeni Krallığına Bizanslılar tarafından son verilince, Bizans zulmüne dayanamayan Ermeniler Türklerin himayesine sığındılar. Bu devre onlar için huzur oldu. Vatanlarına sımsıkı bağlandılar. Türkler tarafından bunlardan’ bazılarına ‘Amiral’lik unvanı verildi. Böylece ilk Türk-Ermeni dostluğunun temeli atılmış oldu. Bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan Ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren Türkçe kökenli soyadlarıdır. Örneğin, Romanya doğumlu olduğu halde dünya Ermenilerinin Ruhani Reisi Gatogigos Vazgen I’in soyadı ‘Balcıyan’dır.”
(Sorun olan Ermeniler / Suat Akgül, Ali Güler, Türkar Yay. İst. 2003. s: 402)
“ERMENİ İSYANLARININ ARKASINDALAR!”
Yazar Levon Panos Dabağyan, Ermeni meselesinin can damarını teşkil eden “1. Zeytun İsyanı’nın” arkasında Fransa ve Vatikan’ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin Pakraduniler olduğunu ileri sürüyor.
Dabağyan, Zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor:
“Ani Beldesi’nin Bizanslılara geçmesinden ve Bizanslıların Ermeni katliamından sonra, Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan ‘Pakraduni Hanedanı’ mensupları Haçin ve Zeytun havalisine yerleşmişlerdi.
Dolayısıyla (Fransa’nın gönderdiği Katolik Ermeni) maceracı Leon, Ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. Zira, Pakraduni Hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri Ermeni bir unsur idi.”
Dabağyan 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın Türkiye’ye sadık Gregoryan Ermenilerin destek vermemesi üzerine akámete uğradığını kaydediyor.
Pakradunilerin de hâlâ var olduğunu belirtiyor:
“Hâlâ varlar tabii; ama sayıları ne kadar, organizeler mi bilemem. Sanmıyorum. Ancak, bizde birine ‘Pakraduni!’ dedin mi, bu hakaret için kullanılırdı. Çocukken birine kızdığımızda, ‘Pakradunisin ulan sen!’ derdik. Onların ırklarından gelen bir zekâları, müztehzi bir bakışları, hesapçı, işini bilir bir yapıları vardır. Tarım ve zenaattan çok hep ticaretle, para/finans işleriyle uğraşmışlardır.”

BİYOEMPERYALİZM VE BİYOKOLONİZM

TÜRKİYE’Yİ BÖYLE TESLİM ALACAKLAR
“Uluslararası Tahkim” , Fikri Mülkiyet Hakları, patent hakları gibi bir sürü koruma altında kolayca dokunulmazlık zırhına bürünmüş küresel güçler silahları ve orduları devreye sokmadan patentli hibrit tohumların tekelini eline geçirerek, küresel sermaye ortaklıkları kurarak gıda zinciri tekellerini global alanda ellerine geçirerek ülkelerin bağımsızlığını ellerinden alarak yeni ve çok kolay bir emperyalist sömürü düzeni yaratmaktadırlar ki buna biyoemperyalizm diyoruz.
Biyoemperyalizm ve biyokolonizm 20. yüzyılın sonlarına doğru biyoteknolojinin dolayısıyla gen teknolojisinin de gelişmesine paralel olarak şekil değiştirmiş bu teknolojiyi ellerinde tutanları insanlığı topsuz tüfeksiz gıda yoluyla kontrol edebilecek bir duruma getirmiştir.
Doğanın modern tarımsal üretim şekliyle hızlandırılan tahribi bütün dünyaya yeşil devrim olarak sunuldu. Bu yeşil devrim değil, insanlık için yeşil trajedisi idi. Toprak ve doğayı bizle bütünleşen bir canlı olarak değil bir fabrikanın üretim bandı gibi görüldü. Toprağın üstü ve altı çevresiyle beraber insan merkezli olmayan, çevreyi, eko sistemi korumayan tamamen kar yapmaya yönelik bir yöntemle sömürgeci bir yaklaşımla kullanıldı. Bu sömürgeci anlayış, küreselleşme, globalleşme ile global bir biyoemperyalist sömürüye dönüştü. Bu sistem içinde tabiatın doğal dengeleri olumsuz olarak değişti. İnsan kendine hayat veren doğaya yabancılaştı. Böylece bireylerin ve toplumların da dengeleri de hızla onarılmaz şekilde bozulmaya başlandı.(1)
Öbür yandan da küresel şirketler tekellerine aldıkları patentli, hibrit ve Genleri Değiştirilmiş Tohumlar/Organizmalar yoluyla dünyadaki biyo çeşitliliği tek tip hale getirmeye çalışmaktadırlar. Dünyanın biyo çeşitliliği hızla azalması demek dünyanın gıda güvenliği bakımından çok büyük bir riske girmesi demektir. İnsanlığı bekleyen ve sinsi ve sessiz şekilde ilerleyen en büyük tehlike budur.
Biyoemperyalizm 21. yüzyılda ağırlığını daha da hissettiren görünür bir düşmanın ve konvansiyonel silahların olmadığı global bir savaştır. Bu biyoterörün başından yarı kısır, hibrit ve GDO’lu tohumların neredeyse tekelini elinde tutan dünyanın en büyük en tehlikeli biyoteknoloji firmalarından olan şeytan şirket diye de bilinen Monsanto vardır.(2) İşin gülünç tarafı bu çevre ve insanlık için çok tehlikeli şirketi yine Amerikan Forbes dergisi tarafından 2009 yılı için yılın şirketi seçmiştir.(3)
Dünyada açlık sorunu yeşil devrim olarak adlandırılan, kimyasal gübre ve ilaçlarla ve Genleri değiştirilmiş organizmalarla kısaca GDO’lu ürünlerle yapılan sözde modern denen tarım yoluyla çözüleceği iddiası 21. yy en büyük yalanıdır.(4) Avrupa Çevre Komiseri Margot Wallström bu konuda şöyle der: “İnsanlara yalan söylemeye ve bunu insanlara dayatmaya çalıştılar. Özellikle bunun (GDO’lu ürünlerin) dünyadaki açlık sorununu çözeceğini iddia etmeye çalışırken eğri oturup doğru konuşalım, bu dünyanın kalkınması (açların doyurulması) için değil şirketlerin hissedarlarının açlığını doyurmak içindir.”(5)
TÜRKİYE BİYOEMPERYALİST KISKAÇ İÇİNDE KUŞATILMIŞ DURUMDA
5 Temmuz 2001 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Uluslararası Tahkim Yasası bu ülkenin bir nevi bağımsızlığını elinden alan yasa olmuştur. Bu yasa ileride Türkiye’nin başına ne belalar açacağı hesaplanmadan ülkemizde yabancı sermaye yatırımlarını arttıracağı düşüncesiyle kabul edildi. Bu kuruluşun merkezi Washington’da olup ABD’nin kontrolü ve Batılı şirketlerin çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır. Anayasanın 90. Maddesi ise ülkemizi bağlayıcı ikili uluslararası anlaşmaların TBMM onayından geçmeden kamuoyunun bir bilgisi olmadan yürürlüğe girme imkânı doğurmuştur.
Tarihi gelişmeleri ve bugün ortaya konulan global oyunları iyi gözlemleyemedikleri için gıdanın, su kaynaklarının ve ekilebilir toprakların doğal tohumların hayati önemi hala gelişmekte olan devletler ve halkı tarafından tam olarak kavranamamıştır. 1957 yılında da, ABD Başkan Yardımcısı Hubert Humphrey Amerikan halkına “insanların size güvenip inanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntem,” demişti.(6) Biz bu gerçekleri biyoemperyalizm yararına işleyen bağlayıcı anlaşmalar ve kanunlar tarafından kuşatıldıktan sonra oldukça geç anlamaya başladık.
Türkiye özellikle 2000’li yıllardan itibaren tarımı ve çiftçisi gittikçe zayıflatılarak gıda güvenliğinde, zirai ilaçlarda, kimyasal gübrede ve bunların girdilerinde özellikle hibrit tohumlarda gittikçe dışarı bağımlı kılınarak, doğal tohumları piyasadan kaybettirilerek, çeşitli kanunlar çıkartılarak biyoemperyalist kıskacına sokuldu.
Türkiye'nin tohumculukta adeta teslim alınmasını amaçlayan süreç 8.1.2004 tarihinde yasalaşan 5042 sayılı Islahçı Haklarının Korunması Kanunu ile başladı. Türkiye’yi tamamen yabancı tohum şirketlerinin eline düşürecek ikinci kan un da 31.10.2006 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan 5553 sayılı 'Tohumculuk Kanunu’ ile atıldı bu kanun tohum ıslahı kisvesi altında binlerce yıldır kullandığımız kendi kendine üreyen doğal tohumlarımızın ticaretini yasakladı. Birbirini tamamlayan bu iki kanun, önce tohum ıslahı yapan şirketlerin haklarını düzenledi, daha sonra devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesini sağladı.
Mart, 2010’da kabul edilen (5977 sayılı) Biyogüvenlik yasası ise kontrolü bir şekilde ülkeye GDO’lu ürünlerin girmesinin kapısını açtı. Dokuz senede çıkan bu yasa Monsanto gibi biyoteknoloji devlerinin büyük bir başarısıydı ve bu şirketlerin çıkarları için işlev görecekti..
2009 yılına gelindiğinde tarımının toprakla birlikte en temel belirleyici öğesi tohumculuğun %90’dan fazlası yabancı firmaların eline geçerken gıdanın üreticiye ulaşan en gelişmiş ve organize işletmeleri olan süpermarketlerin %60 yabancı süpermarket zincirlerinin eline geçti. Şok, Tansaş, Macro ile beraber Migros {İngiliz}, CarrefourSA {çoğunluk Fransız}, Metro Grup {Alman}, Tesco-Kipa {Çoğunluk İngiliz}, BİM marketlerin %50’si halka açıktır bu hisselerin çoğunluğu da yabancıların elindedir.
Kaynak sularımızı da kaybetmek üzeriyiz. Hali hazırda Nestle ve Coca Cola Türkiye’deki şişelenmiş su pazarında lider olup Türkiye’de şişelenmiş su pazarın %70’i yabancıların eline geçmiştir.{pazar payı Nestle’nin %29 Coca Cola’nın % 18.4 Danone % 10.5 Yaşar Holding %13.7 Aytaç % 14.3}
Sıra ekilebilir topraklarımın yabancılar tarafından madencilik, Turizm kanunları, kiralama, özelleştirme adı altında gasp edilmesine geldi. Bu da dolaylı yoldan kimsenin haberi olmadan gerçekleşiyor. (Bu konulara sonradan döneceğiz)
Bu kadar önemli ve stratejik bir gıda kaynaklarının ve gıda zincirlerinin yabancı sermayenin eline geçmesi, ıslah adı altında küresel sermayenin ekmeğine yağ süren kanunlar çıkartılması korkunç bir aymazlık ve biyoemperyalizme kayıtsız şartsız teslim olmaktır.
(1)Sen ki topraksın seni sevmeyi bilmeli
Sendedir ekinimizin tohumu ve yapılarımızın temeli...
Sen ki topraksın durup dinlenmeden değişirsin.
Sen su damlalarında yarattın (halkeyledin) bizi.
Biz seni değiştirip, değiştirmekteyiz kendi kendimizi
Nazım Hikmet,(1901-1963) “Şaban Oğlu Selim ile Kitabından VI. Bölüm 21. Yaprak
(2)Bu aktörlerin başında Monsanto {ABD}, Amgen {ABD}, Cargill {ABD}, Archer Daniels Midland {ABD} İsviçre } Syngenta {İngiliz/İsviçre} Groupe Limagrain ( Fransa), BASF (Almanya), Dupont {ABD} Bayer {Alman} Novartis[1] Pfizer {ABD} GloaxoSmithKline {İngiliz} Sanof- Aventis {Fransa} Nestle {İsviçre} Kraft {ABD}…. gibi tohum, biyoteknoloji, kimya ve ilaç vardır.
(3)Brett Blume, Monsanto named ‘Company of the Year’ by Forbes Magazine, 31.12.2009
(4)Emma Hockridge{ policy department at the Soil Assocation, England}, GM crops are not the answer to world hunger, Chinadialogue, 21.05.2008, www.chinadialogue.net
Jorge Fernandez-Cornejo, William D. McBride, Adoption of Bioengineered Crops, USDA, Agricultural Economic Report No. 810, Washington, DC, Mayıs 2002, http://www.ers.usda.gov/publications/aer810/aer810.pdf
(5)Vandana Shiva, Yeryüzü Demokrasisi, (İstanbul: BGST Yay.2009) s.59 Vandana Shiva, Earth Democracy: Justice Sustainability and Peace (Cambridge: South End Press, 2005)
(6)Trait Sanctions? Seedless in Seattle - Terminator Tech Trumps trade Talks” RAFI News Release, 26 Kasım 1999

Türkiye'de Sabetaylar: Karakaşlar, Yakubiler ve Kapaniler

(Not: Kripto Ermeniler sözkonusu olunca, herkesin etnik kimliğinin şeffaflaşmasını ve bu ülkeyi yönetenlerin sahte kimliklerin arkasına saklanmamasını savunanları faşistlikle suçlayan zihniyet, ne hikmetse aynı hassasiyeti Müslüman görünümlü Kripto Yahudiler için göstermiyor. Önder Aytaç'ın aşağıdaki yazısı tartışmalı ama önemli bir analiz. Aytaç'ın Ermeniler ve Kripto kolları konusunda da benzer analizlere imza atmasını bekliyoruz. )
Amacımız asla ama asla bir soy ayrımından hareketle adım atmak ve ayrıştırmalara gitmek değildir. Hatta bütün azınlıkların haklarını da en az kendi hak ve hukukumuz kadar korumamızın gerekliliğine inanıyorum.
Ancak 'Sakal' operasyonu kapsamında 'gayrimüslim cemaat önderi ve işadamları'nın da tek tek sıralanması söz konusu. Fener Rum Patriği Bartholomeos, Ermeni Patriği Mutafyan ve Katolik cemaatleri Ruhani Genel Sekreteri Maroviç'in ismi de öldürülmek bağlamında zikredilenlerden. 'Orak' operasyonunda da 'darbe karşıtı Ermeni basını' listeleniyor. Bu kapsamda ise; Etyen Mahçupyan, Sevan Nişanyan ve basın şehidi Hırant Dink de 'hedef' listesinde ismen sayılıyor.
Biz de bu makalenin içerisinde Sabetaylar bağlamında konuyu mercek altına getirecek ve kendi kendimize ‘ne(ler) oluyor?’ şeklinde sorarak beyin jimnastiği yapmış olacağız.
Türkiye’de Sabetaylar 3 ana kola ayrılmış durumdalar. Bunlar Karakaş, Yakubi, Kapani aileleri.
(http://sultanselim.blogspot.com/2010/12/sabetaylar-uzerine-bir-teori.html)
1924 sonrası hakim olanlar Tevfik Rüştü Aras ve ekibi, yani Kapaniler...
1926'da Karakaşlar (Maliyeci Cavid ve Dr. Nazım) asılırken, Tevfik Rüştü Aras gücünü muhafaza ediyor...
1926'da bunların ve Kazım Karabekir-Ali Fuat Cebesoy'un vs. davaya karıştırılmasına itiraz eden ve Ali Çetinkaya'dan (Osman Paksüt'ün dedesi) "seni de asarız" tadında bir fırça yiyerek geri adım atan da tarihi bilgilerimize göre İsmet İnönü...
11 Kasım 1938'de Kazım Karabekir'in ev hapsine son vererek, onun CHP milletvekili olarak meclise girmesini sağlayan da İsmet İnönü...
Gene 11 Kasım 1938'de Atatürk'ün meşhur Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ı görevden alıp, onun yerine Mehmet Şükrü Saraçoğlu'nu atayan ve yine 11 Kasım 1938'de Atatürk'ün meşhur İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'yı görevden alan da İsmet İnönü...
1942'de Varlık Vergisi kapsamında D harfi ile damgalanan ve ağır vergi ödemek zorunda kalan Sabetayistler kuvvetle muhtemel Tevfik Rüştü Aras'ın da içinde bulunduğu Kapaniler...
Gene aynı Varlık Vergisi kapsamında korunan ve vergi ödemeyen Sabetayistler ise gene kuvvetle muhtemel Karakaşlar...
1946'da Demokrat Partiyi kuranlar ise Kapaniler... Partinin kurulmasına büyük destek veren Tevfik Rüştü Aras... Damadı da Fatin Rüştü Zorlu...
1960'da Demokrat Partiyi iktidardan indirenler ise Karakaşlar... Onların arka planda da İsmet İnönü’nün gölgesi var denilebilir...
Şimdi sıkı durun:
1926'da Maliyeci Cavid sorgulanırken kendisine İzmir Suikasti ile alakalı neredeyse hiçbir soru sorulmuyor...
Onun yerine yeni parti çalışmalarında bulunduğu, İttihat ve Terakki Partisini tekrardan kurmaya çalıştığı, Parti Tüzüğü hazırladığı, hazırladığı bu tüzüğün CHF'nin tüzüğü gibi 9 maddeden oluştuğu ve bu maddelerin CHF'ye nazire olarak hazırlandığı gibi sorular soruluyor...
Akabinde muhalif parti kurarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ele geçirmeye teşebbüs, Hükümeti Taklib vs. suçlarından suçlu bulunarak idam ediliyor...
İdam edilenlerden eski İttihat ve Terakki Genel Sekreterlerinden Nail Bey idam sehpasına giderken
"Bu bize Tevfik Rüştü'nün oyunudur"
diyor...
O parti tüzüğünde (1926'daki İttihat-Terakki Partisi taslağında) geçen 2 madde çok ilginç...
1. Ayan ve Mebuslar Meclisi olmak üzere 2 meclisli bir parlamento kurulması.
2. Bir Meclisi Müessisan (Kurucu Meclis) oluşturularak Teşkilat-ı Esasiyenin (Anayasanın) tekrardan yapılması...
Tanıdık geliyor mu? (1960 ihtilali sonrasında direk yapılanlar...)
Özetle diyeceğim şudur:
1924'ten beri bu ülke Kapaniler ve Karakaşların çatışmasına sahne oluyor mu acaba?
Kapaniler genellikle Atatürk'ün, Karakaşlar da çoğunlukla İnönü'nün etrafında toplanmışlar...
Yakubilerin nerede durduklarını / yerlerini ben de daha tam olarak çözemedim diyebilirim. Gerçi onlar için de, en çok asimile olmuş ve artık neredeyse mensubu kalmamış bir kol diyenlerde var.
Kimin hangi tarihlerde muktedir olduğunu incelediğimizde de;
1924 - 1938 arası Kapaniler,
1938 - 1950 arası Karakaşlar,
1950 - 1960 arası Kapaniler,
1960 sonrasında ise yeniden Karakaşlar olmak üzere güç kronolojik olarak böylesi el değiştirmiş...
Bugünlerde AKP'nin dirsek temasında olduğu grupta Kapaniler de var, Karakaşlar da...
Karakaşlardan olan Abdi İpekçi 1961 yılında, Milliyet Gazetesi başyazarlığına getiriliyor...
Buna mukabil Atatürk döneminde Cumhuriyet Gazetesini çıkaran ve İzmir Suikasti davasında Kazım Karabekir'den Cavid'e kadar hepsine ateş püsküren yazılar yazan Yunus Nadi de kuvvetle muhtemel Kapanilerden.
Şimdi... Acep günümüzde bunlardan hangisi Avrasyacı, bir diğer anlatımla Rusyacı, Ulusalcı, Cumhuriyet Çalışma Grubu vs, hangisi NATO'cu, bir diğer söylemle Amerikancı, Batıcı, Batı Çalışma Grubu vs diye insan düşünüyor.
Bana göre Karakaşlar NATO'cu, Kapaniler de Avrasyacı... 1958’lerde Adnan Menderes'in Rusya açılımı ve sonucunda asılması... İngiltere'nin de bu asılmaya itiraz etmemesi, İsmet İnönü'nün asıl gizli Amerikancı olduğu iddiaları vs. gibi sebeplerle beraber düşünülebilir mi?
İlker Başbuğ Kapani, Yaşar Büyükanıt ise Karakaş önermesinin ne kadar doğru olup olmadığını ben elbette bilemem. Merak ettiğim ise Işık Koşaner’in nerede durduğu?
Hukuk çizgisinde ve darbeci olmamak çerçevesinde duran her kim olursa başımızın üzerinde yeri var. Ancak elbette bedelli askerlik, profesyonel ordu ve ordunun küçülerek hantallıktan kurtulması yoluyla büyümesini savunan her bir Genelkurmay başkanı benim için önemli ve değerli…

2 Kasım 2010 Salı

OSMANLI SARAYLARINDA SAÇI UZUN OĞLANLAR

Adolf Hitler (1889-1945) bir gecede nasıl olmuştu da en seçkin askerlerden oluşan SA (Sturm Abteilung) birliğini diğer bir askeri birliği yollayarak Uzun Bıçaklar Gecesi adı verilen gecede makineli tüfeklerle katlettirmişti. Bu olay bizim 1826'da Yeniçerilerin katledilmesi olan Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) denilen katliama benziyordu fakat nedenleri çok farklıydı. Bu olayın arkasında yatan gerçek neden tarihte hep soru işareti olarak kaldı. Fakat biz Hitler’in özel yaşamına biraz baktığımızda ve SA Birliğinin komutanı ile alayın belli bir birliğindeki askerlerle Hitler'in cinsel eğilimlerini ortaya çıkardığımızda karşımıza çok değişik bir fotoğraf çıktığını görürüz.
HİTLER’İN EŞCİNSEL GENÇLİĞİ
Hitler 16 yaşında okulu bıraktı. Bırakır bırakmaz 1905 yılında Viyana’ya taşındı. Burada Kendinden birkaç yaş büyük August Kubizek ile tanıştı. İkisinin de homoseksüel eğilimleri olduğundan Viyana’da Hitler ve Kubizek uzun süre beraber aşk hayatı yaşadılar. Hitler Kubizek’ e bağlı olmasına karşın Kubizek’in zaman zaman başka erkeklerle olması Hitler’i çok kıskandırıyordu.
Kubizek’le ilişkisine son verip 1913 ‘de Münih şehrine geldiğinde yanında diğer genç sevgilisi El Dorado vardı.
1914 yılında Bavyera‘da orduya katıldı. I. Dünya Savaşı süresince bir müddet savaş hatları gerisinde posta habercisi olarak görev aldığından bu müddet sürecinde oldukça rahattı ve askerde tanıştığı ve bu konuda oldukça tanınmış eşcinsel Ernst Schmidt ile oldukça uzun süre beraber olma fırsatını yakaladı. Alman avukat Erich Eberneier Hitler’in askeri kayıtlarını araştırarak, onun I. Dünya Savaşında bir kaç kere oldukça büyük cesaret örneği göstermesine rağmen, bu homoseksüel ilişkilerinden dolayı hak ettiği rütbeye yükseltilmediğini ortaya çıkartmıştı.
Hitler Almanya’da devamlı sevgililerinin yanında fırsatını buldukça genç erkeklerle de düşüp kalkıyordu. Münih Emniyeti arşivlerinde 18-20 yaş arasında Joseph, Michael, Franz adlı gençlerin yazılı itiraflarıyla değişik tarihlerde Hitler’le cinsel ilişkiye girdikleri konusunda kayıtlar bulundu. Hitler’in önündeki engellerin kaldırılıp yükselmesi sonradan tanıştığı oldukça etkili pozisyonlarda bulunan aynı zamanda Homoseksüel olan Ernst Roehm ve Dietrich Eckart sayesinde oldu.
HİTLER’İ HİTLER YAPAN EŞCİNSEL DOSTLARI
I. Dünya Savaşından sonra o dönem rütbesi yüzbaşı olan Ernst Roehm ile tanıştı. Orduda eşcinsel erler ve subaylar bir şekilde birbirlerini tanıyorlar eşcinsel subaylar eşcinsel askerleri kolluyordu. Ernst öyle sıradan bir subay değildi. Hem askeri personel dairesinde önemli bir görevde hem de ordunun gizli ödenek fonunu yönetenlerden biriydi. Aynı zamanda askeri istihbaratın Almanya’daki siyasi partiler bölümüne baktığından, partilerin işleyişi ve üyeleri hakkında bilgilere sahipti. Politikanın işleyişini ve gizliliklerini de iyi biliyordu. Ernest Roehm, Hitler’i Alman İşçi Partisi hakkında bilgi toplama konusunda görevlendirdi. Bu arada Roehm, Hitler’i politik taktikler ve propaganda konularında eğitiyordu. Roehm aynı zamanda ırkçı, anti komünist ve şiddetli bir Yahudi düşmanıydı. Bu konulara yatkın olan Hitler'i daha da radikal olmasında büyük etkisi oldu.
Hitler'in geleceğine yön veren diğer kişi gazeteci, oyun yazarı faşist ideolojinin anti semitizm’in kısaca Yahudi düşmanlığının ideologlarından diğer eşcinsel Dietrich Eckart oldu. Hitler’den 21 yaş büyük olan Eckart, elit çevrelerde oldukça tanınmış ve etkili biriydi. Hitler’i Alman sosyetesiyle, Alman zenginleri ve ileri gelenleriyle tanıştırdı. Bu iki ırkçı, faşist, Yahudi düşmanı fakat oldukça etkili iki eşcinsel ile tanışması, Hitler’in, hem ideolojik fikirlerinin daha iyi şekillenmesinde, hem politik kariyerinde kolayca yükselmesinde en büyük neden oldu. Roehm aynı zamanda Nazi Partisi’nin de kurucularındandı.
Hitlerin Eva Braun ile evliliği de Amerikan Hollywood eşcinsel aktörlerini homoseksüellerini kamuoyundan saklamak için yanlarına göstermelik ayarlanmış kız arkadaşlar verilmesi ya da mecburi evlilikler yaptırılmasına benziyordu. Eva Braun yakın çevresine hep Hitler’in kendisine karşı olan cinsel soğukluğundan yakınmıştı.
HİTLER ESKİ EŞCİNSEL GEÇMİŞİNİ BİR KATLİAMLA NASIL YOK ETTİ? UZUN BIÇAKLAR GECESİ
Hitler bu iki kişinin büyük desteği ve şansının da yardımıyla Ocak 1933’de % 37 oy alarak iktidarı ele geçirdi. Artık onun homoseksüel geçmişi ve bu yaşamını iyi bilenler onun için tehlike arz ediyorlardı. Bunun başında en güçlü SA Alayının başında buluna yakın dostu eşcinsel arkadaşı Ernest Roehm idi. Roehm kendi yetiştirdiği ve iktidara gelmesini sağladığı çömezi vasıtasıyla Almanya'yı perde arkasından yöneteceğini umuyordu. Çünkü çömezinin bütün açıklarını ve zaaflarını biliyordu. Fakat mayasına nefret ve kin katarak yetiştirdiği çömezi, nasıl bir canavara dönüştürdüğünü o bile hesap edememişti. Bu canavar önce kendini yetiştireni katlettikten sonra acımasızca milyonlarca kişiyi yok edecekti.
İki kişi arasında ki güç çekişmesi kaçınılmazdı. Ernest oldukça korkulan zaman zaman sokaklarda olay yaratan SA birliklerinin kendi komutası altında tam bağımsızlığını istiyordu. Bazı kaynaklar Ernest’in Hitler’i homoseksüel ilişkilerini açıklamakla tehdit ettiğini söylerler. Ernest, SA alayının komutanı olarak SA’nın belli birliklerin içine homoseksüel askerler ve subaylarla doldurulmasına özellikle göz yummuştu. Bu birliklerdeki eşcinsel ilişkiler açıkça biliniyordu. Hitler bu fırsatı kaçırmadı ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’ (Röhm –Putch) denilen ve 30 Haziran 1934 gecesi başlayan katliam 2 Temmuz’a kadar sürdü.
İlk akşam SA birlikleri garnizonlarında uyurken Hitler tarafından seçilmiş SS’ler ve Gestapo’nun da katıldığı silahlı birlikler tarafından yüzlercesi katliama uğratıldılar. Gazetelerde öldürülenlerin listesinin yayınlanması yasaklandı. Tabi bu birliklerin komutanı Ernest Roehm hemen yok edilmedi. Hapse atıldı. Bir süre sonra hücresinde eline Browning marka bir tabanca verilerek intihar etmeye teşvik edildi. Böylece Hitler’in önü açılmış oluyordu.
Aslında Hitler etrafında hala bazı eşcinsel subaylar bulunuyordu fakat bunların Hitler için bir tehlikesi yoktu. Mesela yine korkulan askeri birlik SS’lerin komutan Heinrich Himmler Hitler’in yakın dostu aynı zamanda eşcinseldi. Himmler’in bu yüzden takma ismi ’esmer Emma’ idi.
Hitler Uzun Bıçaklar Gecesi katliamından sonra çok ilginçtir ki, homoseksüelleri çok şiddetle cezalandıran kanunlar getirdi. Artık Hitler’in homoseksüelliği konusunda kimse bir şey söylemeye cesaret edemezdi. Eğer Hitler eşcinsel olmayıp çok önemli noktalardaki eşcinsellerle olan ilişkilerinden destek görmemiş olsaydı belki bugün Hitler olmayacaktı. Gerçekten oldukça ilginç.
UZUN BIÇAKLAR GECESİ KATLİAMININ YENİÇERİ KATLİAMI İLE BENZERLİĞİ VAR MIYDI?
Bu katliamın bizim 1826 Yeniçeri katliamıyla doğrudan benzerliği olmasa da, cinsellik bakımdan ters açıdan benzerliği var. Yeniçerilere 16. yüzyılın ortasına kadar evlilik yasaktı. Bu yüzden yeniçeriler arasında "oğlancılık" çok yaygındı. Genç parlak çocuklar her zaman Yeniçeri zorbalarının tecavüzleriyle karşı karşıya kalması mümkündü. Halk da, Sultan da Yeniçerilerin anarşi ve zorbalıklarından bıkmıştı.
Reşat Ekrem Koçu’nun anlattığına göre; Yeniçeri ortaları kendi ortalarındaki parlak bir oğlanın başka Yeniçeri ortasına gitmesi olayını namus meselesi yapmışlar, birbirleri ile savaşa tutuşmuşlar, çok kan akmıştı.
Yeniçerilerin destur tanımaz azgınlarının her birinin yanında "oğlanı" vardı. Bunlarla geceleri çarşı hamamların göbek taşının altındaki külhanları sıcak olduğundan oğlanlarıyla burada beraber olup geceyi geçirirlerdi. ‘Külhanbeyi’ lafı buradan gelmedir.
Osmanlı saraylarında parlak, sakalı çıkmamış iç oğlanlarının bazılarının kız gibi saçları uzatılırdı. Bunlar dışarı çıktığında Yeniçeriler tarafından tecavüze uğramasın diye bunlar kadın gibi ferace giydirilirdi. Bunlara civelek denirdi. ‘Civelek’ lafı buradan gelir. Peki, bunlar neden böyle kız gibi yetiştirilirlerdi.
Osmanlının ilk yıllarında yarı çıplak koyun postu sarıp gezen Kalenderi dervişleri kulaklarına demir küpe takar başlarını kazıtır, bazıları da erkeklik organlarına halka takar gezerdi. Bunlar kadınlarla olan ilişkiyi yasaklarlar, birbirleriyle eşcinsel ilişkide bulunurlardı. Bazıları kadınlarla ilişkide bulunup yakalandıklarında ceza olarak kulaklarındaki demir küpe çekip çıkartılır, kulakları kesik kalırdı. ‘Kulağı kesik‘ deyimi de buradan gelir. ‘Muhallebi çocuğu’ deyiminin de böyle bir ilişkisi var fakat bu fazla açık kaçar bunu burada anlatmayalım. Civeleklerle bağlantılı bir şey.
Antik çağ Yunanistan’da Homoseksüel diye bir terim yoktu. Çünkü eşcinsel ilişki o kadar yaygın ve normal kabul ediliyordu ki bunu normal cinsel ilişkiden ayrı tutacak bir terminoloji geliştirmeye ihtiyaç görmemişlerdi. Platon, en büyük sevgi bir erkeğin diğer erkeğe duyduğu sevgi, der.
Büyük İskender de bu kültürde yetiştiğinden seferdeyken subayları generalleri ile yatıp kalkardı.
Roma’da Sezar için Sezar’ın kılıcının her iki ucu da çok keskindir diye bir laf vardı. Sezar bir gece generallerinden biriyle diğer gecede onların hanımlarından biriyle yatıp kalkardı.
Hitler’in homoseksüelliğinden nerelere geldik.
Büyük İskender gibi Sezar gibi özellikle hepsinin üstünde Hitler gibi dünyaya hâkim olmaya çalışan ve bu amaçla dünya da erkek şovenizmi, kabadayılığı ve acımasızlığının en kanlı şeklini sergileyen adamların aynı zamanda feminen özellikler göstermeleri tarihin garip cilvelerinden biridir.

Matüridilik

Matüridîlik, ünlü Türk din bilgini Matüridî'nin, Hanefî Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı A'zam'ın düşüncesini takip eden, akla önemli bir yer veren İslam dini itikat mezhebidir. Türkiye, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya ülkelerinde yaygındır.


Matüridîlikte İman, Allah, Peygamberlik Anlayışı
Matüridî'nin İslâm ilâhiyatının meselelerinden iman, Allah, Peygamberlik konularındaki görüşlerini kısaca ele alırsak:
İman tanımı
Matüridîye göre iman; "kalp ile tasdik dil ile ikrar" (açıkça söyleme)’dır. Diliyle ikrar ettiği hâlde kalbiyle tasdik etmeyen kimse mümin değildir. Kur'an-ı Kerîm'de, "İnanç, henüz gönüllerinize yerleşmedi" (Hucurat suresi/14) ayetiyle imanın kalp ile ilgili olduğuna işaret edilir. Ayrıca, "İşte Allah imanı bunların (gönüllerine), kalplerine yazmış...(Mücadele suresi/22) ayetinde de iman kelimesi kalbe izafe edilmiştir. Bu durumda imanın gerçek rüknü "kalp ile tasdik"tir. İman, tasdik etme, onaylamadır. İman tasdik olunca, aksi de tekzip yani inkâr ve yalanlama olacaktır. Tekzib, düzeltme değil de sadece "inkâr" niyetiyle ifade ediliyorsa bunun anlamı da (dinî yönden) küfür'dür.
Matüridî, Kitab üt-Tevhid adlı eserinde "İmanın kalp ile tasdik veya marifet olduğu meselesi" başlığı altında, sadece bilmenin iman için yetersizliğini anlatır. Zira bir şeyin mahiyetini bilmek onu tasdik etmek anlamına gelmez. Bu sebeple kalpteki iman bilmekten başka bir şeydir. Yani, kalpteki iman ile bilmenin (bilginin) mahiyetleri ayrıdır. Ancak bilgi, kalple tasdikin meydana gelmesinde önemli rol oynar. Zira cehalet de bazen inkârcılığın sebebi olabilmektedir.
Matüridî'ye göre hürriyet, iman ve küfrün varlık şartıdır. Yani iman ve küfür tercihle olur.
İman-amel İlişkisi
Genellikle ilmihal kitaplarında kullanılan amel kelimesi; "yapılan iş, fiil, bir kişinin dinin emirlerini yerine getirmesi için yaptıkları" anlamındadır. İmam Şafiî 'nin aksine Matüridî iman ile ameli birbirinden ayırır. Amelin imandan bir parça olması ve imanın artıp eksilmesi konusunda Matüridî, görüşlerini benimsediği Ebu Hanife 'ye uyar. Ebu Hanife ve Matüridî'ye göre iman ve amel ayrı şeylerdir. Çünkü bir ayette (Ve men yu'min b'illahi ve ya'mel salihen) "...Allah'a iman eden ve yararlı iş işleyen...(Talak Suresi/11)" buyruğuyla imanı amelden ayırmış, "yararlı iş işleyen" ifadesi "iman eden" ifadesinden ve ile ayrılmıştır. Ayette geçen imandan maksat, kalp ile tasdik’tir.
Matüridî'ye göre adam öldürmek, zina etmek, içki içmek... gibi büyük günahlar (günah-ı kebair) da mümini imandan çıkarmaz. Allah'a ve emirlerine-yasaklarına-inanan kimse bunlara uymaz, bunları uygulamazsa dinden çıkmaz, günahkâr olur. Günahkâr olan kimse tövbe ile kurtulabilir. Allah Kur'an-ı Kerîm'inde, "'Sizi yaratan O'dur, kiminiz inkârcı (kâfir), kiminiz mümindir. Ey inananlar! Mutluluğa ermeniz için hepiniz tövbe ederek Allah'ın hükmüne dönün" ayetleriyle müminlerin, işledikleri günahlardan tövbeyle affedileceklerini müjdeler. Yani, Allah'ın emirlerini uygulamayan veya uygulayamayan müminler günahkâr olurlar. Kâfirlik (küfr) ise yalanlamayla, inkârla olur.
Allah'ın Varlığı ve Bilinmesi
İslâm dininde iman esaslarının başında Allah 'a iman gelir. Mümin ; öncesi ve sonrası olmayan (ezelî ve ebedî), her şeyi yoktan var eden ve zât'ı, sıfatları ve fiilleri yönlerinden bir olan Allah'a imanla yükümlüdür.
Allah'ın varlığı, 'Birliği (tevhid), yaratıcılığı konusunda birçok ayetler vardır: (En'am suresi/101; Zumer suresi/62; Bakara suresi/117; Âl-i imran suresi/189; Maide suresi/18, 40, 120... gibi).
Allah'ın varlığı ve Birliği mantık kurallarıyla da (akılla) ispatlanabilir. Kâinattaki varlıkların hareketlerini düzenleyen, bir nizam ve âhenk içerisinde bulunmalarını ve her birinin ayrı ayrı ve diğerlerine zarar vermeksizin görev yapmalarını sağlayan, her şeyin üstünde bir varlık var ki, O da, eşi ve benzeri olmayan Yüce Tanrıdır.
Allah'ın zât'ına ve fiillerine ait sıfatları vardır ve bu sıfatlar Allah'ın Zât'ının aynı da değildir, gayrı da değildir. Allah'ın sıfatları sonradan yaratılmış da değildir.
Allah'ın Başka bir Kelime ile İfadesi
Allah'a, O'nu yaratılmış varlıklara benzetmeye götüren isim koymak uygun değildir. Çünkü O, Kur'an'da belirtildiği üzere hiçbir şeye benzemez. (Şûra suresi/11). Matüridî, "dengi ve benzeri bulunan bir şey çokluk statüsüne girer ve iki sayısı ile başlar. O'na nispet edilebilecek bütün yaratılmışlık kavramlarının ve nitelendirilebileceği bütün sıfatların, yaratılmışlara nispet edildiği ve nitelendirildiği takdirde anlaşılabilecek bir manâ ile Allah'a izafe edilmesi bâtıl olmuştur" der. Bu sebeple Allah'ın, yaratılmışlardan birini çağrıştıran bir isimle, kelimeyle anılması caiz değildir.
Allah'a "Şey" Denilebilir
Ebu Hanife gibi Matüridî de Allah'a Şey denilmesini câiz görür. Allah'a şey denmesini gerektiren sebep, cisimde mevcut olmadığı için bunu kullanmakta sakınca yoktur. Bunun iki yolla ispatlanması mümkündür: Birincisi, Kur'an 'da kendisi için şey kelimesini kullanmaktadır. (Bakınız: Şûra suresi/11; En'am suresi/19) Allah 'a şey denilmesi caiz olmasaydı ayetlerin bu kelimeyi Allah'a nispet etmemesi gerekirdi. İkincisi, aklî yoldur. Matüridî burada "örf açısından şey'iyyet başka değil, sadece varlık ifade (ispat) eden bir cisimdir... Sabit olmuştur ki bir varlığa şey nisbet etmek sadece onun zâtının varlığını ve yüceltilmesini ifade eder. Allah da buna lâyıktır." ifadelerini kullanır. Teftazanî Nesefi'nin Akaid'ine yazdığı şerhde bu konu ile ilgili açıklaması yer alır.
Ebu Hanife ise Fıkh-ı Ekber adlı adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şunları yazar: "Allahu Teâlâ ŞEY'dir. Ama eşya gibi bir şey değildir. Şey olmasının manâsı; cisimsiz, cevhersiz, arazsız, hadsiz, zıtsız, eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sabit olmaktır."
Ru'yetullah
Matüridî Ahiret'de Allah'ın görülebilirliğini, yani ru'yetullahı, savunmaktadır. Kitabındaki şu cümleyle konuya girer:
"Aziz ve celîl olan Rabbin görülmesi hakkındaki söz şundan ibarettir: Bize göre O'nun (Allah'ın) görülmesi gereklidir, haktır, ancak bu rü'yet idraksiz (yani sınırsız) ve tefsirsiz (yani bakanın karşısında olmaktan, belirli aralıkta olmaktan... münezzeh) olacaktır."
Bilgi, Akıl ve İrade Hürriyeti
Matüridî, Kitab üt-Tevhid'inde bilgi ve önemi üzerinde ısrarla durur. Farklı görüşlere karşı herkesin kendi görüşünün "doğruluğunu kanıtlayan karşı durulmaz bir delile sahip" olması gerekir. Akıl, bilgi edinilmesine kılavuzluk eder. Bilgi edinme yollarını Matüridî duyular, haberler (nakiller) ve akıl olarak belirler. O'na göre bilgi vehbî (kendiliğinden, doğuştan) olmaz; kesbî (sonradan kazanılan) dir. Doğru akıl yürütmeyle ortaya çıkan bilgi bir âdet-i ilâhiye 'dir. Allah insana akletme, aklını kullanma yeteneğini, diğer varlıklara bir üstünlük özelliği, temyiz gücü olarak bahşetmiştir. Yani insan eşref-i mahlûkat tır.
Allah'ın mutlak kudreti ile insan kudreti arasındaki ilişki konusu İslâm düşünürleri arasında farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, insanların eylemlerinde hür olup olmadıkları hep tartışıla gelmiştir. Hattâ Peygamber zamanında "kader" konusunu tartışanlara Peygamberin sinirlendiği ve bu konuda tartışmayı uygun görmediği (Sahih-i Buharî Kitab üt-Tefsir Bölümü, Hadis Nu.237) anlatılmaktadır. Ancak, insanoğlunun kafasını devamlı meşgul eden hürriyet meselesi onları arayışa sürüklemiştir. Bazıları olayların, eylemlerin insanların iradelerine bağlı olmayıp, Tanrı tarafından, önceden değişmez bir şekilde tespit edildiğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her şey Tanrı'nın emrine bağlıdır; insanın iradesi, çabası ile değiştirilemez. Kulların eylemleri (fiilleri) kendi iradelerine, isteklerine bağlı değil, ilâhî iradeye tâbidir. Daha açık ifade ile, insanların eylemleri (fiilleri) doğrudan doğruya Allah'ın fiilleridir. Böyle düşünen kişilere İslam Mezhepleri Tarihi'nde Cebriye adı verilmiştir. Tarihte bu anlayışın babası olarak Cehm b. Safvan (öl.746) gösterilir. Bunlara göre insanların yaptıkları ve yapacakları hiçbir şey kendi iradesi ile olmayıp, önceden takdir edilmiştir ve insanlar yapmaya mecburdurlar; yapıp yapmama hürriyetleri yoktur.
Cebriye mezhebi (fatalizm) karşısında bu mezheple taban tabana zıt görüşleri ileri süren bir grup oluştu. Bunlar da kulları, yani insanları kendi eylemlerinin halîkı yani "yaratıcısı" kabul ediyor ve Kaderiye Mezhebi ni savunuyorlardı. Başka bir ifade ile, Kaderiye'ye göre; insanın bütün eylemleri (fiilleri) Tanrı'nın iradesinden tamamen ayrı olarak sadece kendi iradesi ile meydana gelir. Konu (Mezhepler) ile ilgili tarihçilere göre bu mezhebin kurucuları Ma'bed el-Cühenî ve Geylân ed-Dımışkî'dir ve onlar insanın (yani kulun), Tanrı'nın dahli olmaksızın başlı başına ve hür olarak eylem (fiil) yaratacak kudrete sahip olduğunu iddia ederler.
Mutezile mezhebine göre Allah âdildir. Bunun gereği olarak insanlara irade (Bir şeyi yapıp yapmama güç ve tercihi) hürriyeti vermiştir. İnsan hürdür ve kendi eylemini(fiilini) kendi irade ve isteği doğrultusunda yapar.
Bütün bu değişik görüşler karşısında oluşan Ehl-i Sünnet mezheplerinden Selefiye bu konuları tartışmamayı yeğlediğinden, Eş'ariye ve Matüridîye mezhepleri görüş farklılıklarından doğan çelişkileri çözmeye çalışmışlardır.
Matüridî irade hürriyeti bakımından, insanı iradesiz robot olarak gören Cebriye ile, insanın eylemlerinde Allah'ın hiçbir etkisini kabul etmeyen Mutezile arasında üçüncü bir yol izler. Zira Matüridî bu bu konuda Kesb ve halk terimlerini kullanır. Halk, insanın kendi kudret ve isteği olmadan meydana gelen eylemlerdir. Refleksler, kalbin çalışması... gibi. Bir de insanın kendi iradesi ile seçtiği eylemlerin yaratılmasıdır. Kulun eylemine "halk" değil, "kesb" denilir. Allah'a ait eylem (fiil) de "kesb" değil, "halk"tır.
Şeriat, Tarikat, İbadet
Matüridiliğe göre din, Allah'ı bilmek ve O'na ibadet etmektir. Bütün Peygamberler, sadece Allah'ı bilmeye ve ibadeti de sadece Allah'a has kılmaya davet etmişlerdir. Yani, bütün Peygamberler Tevhid dinine mensupturlar. Hiç bir Peygamber kendinden önceki peygamberlerin dinini reddetmeyi emretmemişlerdir. Âdem'den bu yana bütün Peygamberler aynı dini fakat değişik şeriatı tebliğ etmişlerdir. Bu ifadelere delil olabilecek bir ayet-i kerime: "...Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin size verdiği şeylerde sizi sınamak istedi. Bunun için iyi işlerde yarışın.(Mâide suresi/48)"
Matüridi'nin görüşleri doğrultusunda din ile şeriatın farklılıklarını şöyle özetlenebilir:
a- Din'de Nasih-Mensuh cereyan etmez. Ama şeriatta Nesh yani Hükümsüz Kılma mümkündür. Bütün peygamberler, kendilerinden önceki peygamberlerin akait esaslarını (yani dinlerini) tasdik etmişler, fakat ibadet, ahlâk ve haram-helâl gibi hususlarla ilgili farklı emirler getirmişlerdir.
b- Din, kalbin ve inancın fiilidir. Şeriat ise organların fiili (eylemi)dir.
c- Dinin yargı kalıplarıyla şeriatın yargı kalıpları farklıdır.
d- Şeriat (yani dini hükümler ve ibadetler) dinden parça değildir.
e- Dinin kaynağı akıl, şeriatın kaynağı ise; duyma, işitmedir.
f- Aklı yerinde olan bir kimse dinde mazeret ileri süremez.
Matüridî, tasavvuf ve tasavvufun kurumsallaşmış teşkilâtı olan tarikatlara mesafelidir. Bu, duygusal değil ilmî bir tavır alıştır. Zira Matüridî, tasavvufun ahlâkiliğini; İslamın, imanın, marifetin bulunduğu yer olarak Akaid Risalesi'inde, göğüs, gönül, yürek, kalp... olduğunu kabul eder. Ancak Matüridî'nin mesafeli duruşu bilgi kaynakları yönündendir.
Matüridî'ye göre İbadetler
Yüce Allah insanlara iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt etme gücü (temyiz kabiliyeti), aklını kullanabilme gücü vermiştir. Allah, aklı olanları dinî yönden mükellef (sorumlu) kılmış olup, aklı olmayanlar "İlâhî emrin sorumluluğu dışındadırlar." Akıl sahipleri akıllarını kullanmak suretiyle yaratıcı ve tek olan Tanrı'yı bulmak ve bilmek zorundadırlar. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi Şeriat'ı ve Şeriat'ın bir bölümü olan ibâdetlerin ne şekilde yapılacaklarını akıllarıyla belirleyemezler. Bunları ancak peygamberler vasıtası ile öğrenebilirler.
Matüridî, amel ile imanı ayrı tutar ve amel ile imanın ayrı şeyler olduğunu savunur. O’na göre, iman etmek mutlaka ibadet etmeyi gerektirmez.

Ne Mutlu - Özellikle - Türküm Diyene

AB, “Ne Mutlu Türküm Diyene” cümlesinin ırkçı olduğu iddiasıyla kaldırılmasını istemiş.
Bu cümle aslında kanun karşısında herkesin bir ve eşit olduğunu vurgular; Osmanlı döneminde halk, Müslüman ve Hıristiyanlar yani, azınlık diye ikiye ayrılıyordu, Türkiye Cumhuriyeti bu ikilemi reddetmiş ve herkesin Türk vatandaşı olduğunu kabul etmişti. Atatürk 10’ncu yıl nutkunda Ne Mutlu Türküm diye haykırdığında bu durumu dile getirmişti; zaman içinde olayları izleyelim.
Ben, Cumhuriyet’in ilk kuşaklarındanım. İlkokulu İzmir’de okudum. Bu yıllarda, henüz Osmanlı imparatorluğunun kalıntıları süregeliyordu.
1300’lerde bir İslâm devleti olarak kurulan bu imparatorlukta
Vatandaş kavramı yoktu, teb’a kavramı vardı; yani, herkes Sultan’a tâbi idi.
Bu da, - İslâm devleti gereği- İmparatorluk topraklarında yaşayanların
Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılmasını gerektiriyordu. Müslüman olmayanlar AZINLIK statükosunda bulunuyorlardı.
İşte, Batılılar bu azınlığı oluşturan kişilerden
İmparatorluğu parçalamak,
Türkleri Anadolu’da etkisiz hâle getirmek ya da Orta Asya’ya sürmek için
faydalanma becerilerini geniş bir şekilde kullanmışlardı.
Azınlığa, Hıristiyan ve Musevî teb’aya,
İtalyan, Fransız, Belçika, İsviçre vb pasaportları vererek,
İmparatorluk içinde devlet kurmuşlardı. Yaşadığım bir örneği verebilirim: diplomasını aldığım bir okulda, Türkiye’de doğmuş ve fakat İtalyan pasaportuyla yaşamış ve 1960’larda emekli olunca İtalya’ya gitmiş ve orada ölmüş olan bir öğretmen vardı.
Bu tür kişiler, imparatorluğa karşı herhangi bir harekette bulunduklarında örneğin, eli silâhlı başkaldırmalar, düşmanla işbirliğine girişip katil suçları işleyenler, pasaportlarına sarılıp ilgili devletlerin himayesini elde ediyorlardı.
İmparatorluğun iç işlerine rahatça karışabilmek için bu tür olaylar, Batılılar için en geniş şekilde istifade edebilecekleri, sabırla bekledikleri birer fırsat idiler...
Ayrıca bu kişiler – genel olarak- koskoca bir İmparatorluğu küçük görmeyi de öğrenmişlerdi; kulağımla duydum, evimize gelen bir büyük ticarî kuruluşun müdürü babamla Fransızca konuşurdu. Türkçesi çok bozuktu, babam, neden Türkçe öğrenmiyorsunuz diye sorduğunda;
“Türkçe lüzumsuz bir dil, uluslararası hiç bir değeri yok niye öğreneyim”, diyebilmişti.

Büyük bir olasılıkla - tarihte ZÜMRAN adıyla- bir Ön-Ata şehri olan (Rus kaynakları)
İzmir, İmparatorluktan koparılmıştı, adı Gâvur İzmir olmuştu, sokaklarında Rumca, Giritlice, Fransızca biraz da İngilizce ve Almanca konuşulurdu… (ana tarafım İzmir’dendir).
Atatürk, İmparatorluğun bu zayıf ve hasta tarafını Cumhuriyet ve vatandaş kavramıyla yok etmişti; bugün herkes kanun karşısında eşittir.
Ülkemizde herkes Türk vatandaşıdır. Aynı toprakta doğup, bu toprağın nimetlerinden faydalanıp aynı toprakta ölüyoruz.
TBMM tüm vatandaşlara, Kürt, Çeçen, Lâz, Gürcü, Ermeni, Musevî, Katolik, Ortodoks (*) tümüne açıktır... Hepsi istedikleri işi tutabilir, istediği yerde çalışırlar.
Hepimiz, Türk bayrağı altında Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında eşitiz.
Atatürk 10’ncu yıl nutkunda “Az zamanda büyük işler başardık” dediğinde
vatandaşlar arasında her hangi bir ayırım yapmamıştır, düşünmemiştir, ülkemizi hep beraber kurduk biz, bir bütünüz demiştir.
Bu nedenle,
Birlik ve beraberliğimizi çok güzel ifade eden, bu vatan hepimizindir anlamına, NE MUTLU TÜRKÜM DİYE, dünyaya haykırmıştı.
Bu aynı zamanda, Batılılara, beni rahat bırak, bizde azınlık yoktur, artık ülkemden ELİNİ ÇEK demektir… Nedeni olduğun kan ve gözyaşı dinmelidir…
ABD, vatandaşına,
(Portoriko’lu, İrlanda’lı, Polonya’lı, Çinl’li vb…)
Okula başladığında, ona önce,
I AM AMERICAN demesini öğretir.
Hatırlayalım…