2 Kasım 2010 Salı

OSMANLI SARAYLARINDA SAÇI UZUN OĞLANLAR

Adolf Hitler (1889-1945) bir gecede nasıl olmuştu da en seçkin askerlerden oluşan SA (Sturm Abteilung) birliğini diğer bir askeri birliği yollayarak Uzun Bıçaklar Gecesi adı verilen gecede makineli tüfeklerle katlettirmişti. Bu olay bizim 1826'da Yeniçerilerin katledilmesi olan Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) denilen katliama benziyordu fakat nedenleri çok farklıydı. Bu olayın arkasında yatan gerçek neden tarihte hep soru işareti olarak kaldı. Fakat biz Hitler’in özel yaşamına biraz baktığımızda ve SA Birliğinin komutanı ile alayın belli bir birliğindeki askerlerle Hitler'in cinsel eğilimlerini ortaya çıkardığımızda karşımıza çok değişik bir fotoğraf çıktığını görürüz.
HİTLER’İN EŞCİNSEL GENÇLİĞİ
Hitler 16 yaşında okulu bıraktı. Bırakır bırakmaz 1905 yılında Viyana’ya taşındı. Burada Kendinden birkaç yaş büyük August Kubizek ile tanıştı. İkisinin de homoseksüel eğilimleri olduğundan Viyana’da Hitler ve Kubizek uzun süre beraber aşk hayatı yaşadılar. Hitler Kubizek’ e bağlı olmasına karşın Kubizek’in zaman zaman başka erkeklerle olması Hitler’i çok kıskandırıyordu.
Kubizek’le ilişkisine son verip 1913 ‘de Münih şehrine geldiğinde yanında diğer genç sevgilisi El Dorado vardı.
1914 yılında Bavyera‘da orduya katıldı. I. Dünya Savaşı süresince bir müddet savaş hatları gerisinde posta habercisi olarak görev aldığından bu müddet sürecinde oldukça rahattı ve askerde tanıştığı ve bu konuda oldukça tanınmış eşcinsel Ernst Schmidt ile oldukça uzun süre beraber olma fırsatını yakaladı. Alman avukat Erich Eberneier Hitler’in askeri kayıtlarını araştırarak, onun I. Dünya Savaşında bir kaç kere oldukça büyük cesaret örneği göstermesine rağmen, bu homoseksüel ilişkilerinden dolayı hak ettiği rütbeye yükseltilmediğini ortaya çıkartmıştı.
Hitler Almanya’da devamlı sevgililerinin yanında fırsatını buldukça genç erkeklerle de düşüp kalkıyordu. Münih Emniyeti arşivlerinde 18-20 yaş arasında Joseph, Michael, Franz adlı gençlerin yazılı itiraflarıyla değişik tarihlerde Hitler’le cinsel ilişkiye girdikleri konusunda kayıtlar bulundu. Hitler’in önündeki engellerin kaldırılıp yükselmesi sonradan tanıştığı oldukça etkili pozisyonlarda bulunan aynı zamanda Homoseksüel olan Ernst Roehm ve Dietrich Eckart sayesinde oldu.
HİTLER’İ HİTLER YAPAN EŞCİNSEL DOSTLARI
I. Dünya Savaşından sonra o dönem rütbesi yüzbaşı olan Ernst Roehm ile tanıştı. Orduda eşcinsel erler ve subaylar bir şekilde birbirlerini tanıyorlar eşcinsel subaylar eşcinsel askerleri kolluyordu. Ernst öyle sıradan bir subay değildi. Hem askeri personel dairesinde önemli bir görevde hem de ordunun gizli ödenek fonunu yönetenlerden biriydi. Aynı zamanda askeri istihbaratın Almanya’daki siyasi partiler bölümüne baktığından, partilerin işleyişi ve üyeleri hakkında bilgilere sahipti. Politikanın işleyişini ve gizliliklerini de iyi biliyordu. Ernest Roehm, Hitler’i Alman İşçi Partisi hakkında bilgi toplama konusunda görevlendirdi. Bu arada Roehm, Hitler’i politik taktikler ve propaganda konularında eğitiyordu. Roehm aynı zamanda ırkçı, anti komünist ve şiddetli bir Yahudi düşmanıydı. Bu konulara yatkın olan Hitler'i daha da radikal olmasında büyük etkisi oldu.
Hitler'in geleceğine yön veren diğer kişi gazeteci, oyun yazarı faşist ideolojinin anti semitizm’in kısaca Yahudi düşmanlığının ideologlarından diğer eşcinsel Dietrich Eckart oldu. Hitler’den 21 yaş büyük olan Eckart, elit çevrelerde oldukça tanınmış ve etkili biriydi. Hitler’i Alman sosyetesiyle, Alman zenginleri ve ileri gelenleriyle tanıştırdı. Bu iki ırkçı, faşist, Yahudi düşmanı fakat oldukça etkili iki eşcinsel ile tanışması, Hitler’in, hem ideolojik fikirlerinin daha iyi şekillenmesinde, hem politik kariyerinde kolayca yükselmesinde en büyük neden oldu. Roehm aynı zamanda Nazi Partisi’nin de kurucularındandı.
Hitlerin Eva Braun ile evliliği de Amerikan Hollywood eşcinsel aktörlerini homoseksüellerini kamuoyundan saklamak için yanlarına göstermelik ayarlanmış kız arkadaşlar verilmesi ya da mecburi evlilikler yaptırılmasına benziyordu. Eva Braun yakın çevresine hep Hitler’in kendisine karşı olan cinsel soğukluğundan yakınmıştı.
HİTLER ESKİ EŞCİNSEL GEÇMİŞİNİ BİR KATLİAMLA NASIL YOK ETTİ? UZUN BIÇAKLAR GECESİ
Hitler bu iki kişinin büyük desteği ve şansının da yardımıyla Ocak 1933’de % 37 oy alarak iktidarı ele geçirdi. Artık onun homoseksüel geçmişi ve bu yaşamını iyi bilenler onun için tehlike arz ediyorlardı. Bunun başında en güçlü SA Alayının başında buluna yakın dostu eşcinsel arkadaşı Ernest Roehm idi. Roehm kendi yetiştirdiği ve iktidara gelmesini sağladığı çömezi vasıtasıyla Almanya'yı perde arkasından yöneteceğini umuyordu. Çünkü çömezinin bütün açıklarını ve zaaflarını biliyordu. Fakat mayasına nefret ve kin katarak yetiştirdiği çömezi, nasıl bir canavara dönüştürdüğünü o bile hesap edememişti. Bu canavar önce kendini yetiştireni katlettikten sonra acımasızca milyonlarca kişiyi yok edecekti.
İki kişi arasında ki güç çekişmesi kaçınılmazdı. Ernest oldukça korkulan zaman zaman sokaklarda olay yaratan SA birliklerinin kendi komutası altında tam bağımsızlığını istiyordu. Bazı kaynaklar Ernest’in Hitler’i homoseksüel ilişkilerini açıklamakla tehdit ettiğini söylerler. Ernest, SA alayının komutanı olarak SA’nın belli birliklerin içine homoseksüel askerler ve subaylarla doldurulmasına özellikle göz yummuştu. Bu birliklerdeki eşcinsel ilişkiler açıkça biliniyordu. Hitler bu fırsatı kaçırmadı ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’ (Röhm –Putch) denilen ve 30 Haziran 1934 gecesi başlayan katliam 2 Temmuz’a kadar sürdü.
İlk akşam SA birlikleri garnizonlarında uyurken Hitler tarafından seçilmiş SS’ler ve Gestapo’nun da katıldığı silahlı birlikler tarafından yüzlercesi katliama uğratıldılar. Gazetelerde öldürülenlerin listesinin yayınlanması yasaklandı. Tabi bu birliklerin komutanı Ernest Roehm hemen yok edilmedi. Hapse atıldı. Bir süre sonra hücresinde eline Browning marka bir tabanca verilerek intihar etmeye teşvik edildi. Böylece Hitler’in önü açılmış oluyordu.
Aslında Hitler etrafında hala bazı eşcinsel subaylar bulunuyordu fakat bunların Hitler için bir tehlikesi yoktu. Mesela yine korkulan askeri birlik SS’lerin komutan Heinrich Himmler Hitler’in yakın dostu aynı zamanda eşcinseldi. Himmler’in bu yüzden takma ismi ’esmer Emma’ idi.
Hitler Uzun Bıçaklar Gecesi katliamından sonra çok ilginçtir ki, homoseksüelleri çok şiddetle cezalandıran kanunlar getirdi. Artık Hitler’in homoseksüelliği konusunda kimse bir şey söylemeye cesaret edemezdi. Eğer Hitler eşcinsel olmayıp çok önemli noktalardaki eşcinsellerle olan ilişkilerinden destek görmemiş olsaydı belki bugün Hitler olmayacaktı. Gerçekten oldukça ilginç.
UZUN BIÇAKLAR GECESİ KATLİAMININ YENİÇERİ KATLİAMI İLE BENZERLİĞİ VAR MIYDI?
Bu katliamın bizim 1826 Yeniçeri katliamıyla doğrudan benzerliği olmasa da, cinsellik bakımdan ters açıdan benzerliği var. Yeniçerilere 16. yüzyılın ortasına kadar evlilik yasaktı. Bu yüzden yeniçeriler arasında "oğlancılık" çok yaygındı. Genç parlak çocuklar her zaman Yeniçeri zorbalarının tecavüzleriyle karşı karşıya kalması mümkündü. Halk da, Sultan da Yeniçerilerin anarşi ve zorbalıklarından bıkmıştı.
Reşat Ekrem Koçu’nun anlattığına göre; Yeniçeri ortaları kendi ortalarındaki parlak bir oğlanın başka Yeniçeri ortasına gitmesi olayını namus meselesi yapmışlar, birbirleri ile savaşa tutuşmuşlar, çok kan akmıştı.
Yeniçerilerin destur tanımaz azgınlarının her birinin yanında "oğlanı" vardı. Bunlarla geceleri çarşı hamamların göbek taşının altındaki külhanları sıcak olduğundan oğlanlarıyla burada beraber olup geceyi geçirirlerdi. ‘Külhanbeyi’ lafı buradan gelmedir.
Osmanlı saraylarında parlak, sakalı çıkmamış iç oğlanlarının bazılarının kız gibi saçları uzatılırdı. Bunlar dışarı çıktığında Yeniçeriler tarafından tecavüze uğramasın diye bunlar kadın gibi ferace giydirilirdi. Bunlara civelek denirdi. ‘Civelek’ lafı buradan gelir. Peki, bunlar neden böyle kız gibi yetiştirilirlerdi.
Osmanlının ilk yıllarında yarı çıplak koyun postu sarıp gezen Kalenderi dervişleri kulaklarına demir küpe takar başlarını kazıtır, bazıları da erkeklik organlarına halka takar gezerdi. Bunlar kadınlarla olan ilişkiyi yasaklarlar, birbirleriyle eşcinsel ilişkide bulunurlardı. Bazıları kadınlarla ilişkide bulunup yakalandıklarında ceza olarak kulaklarındaki demir küpe çekip çıkartılır, kulakları kesik kalırdı. ‘Kulağı kesik‘ deyimi de buradan gelir. ‘Muhallebi çocuğu’ deyiminin de böyle bir ilişkisi var fakat bu fazla açık kaçar bunu burada anlatmayalım. Civeleklerle bağlantılı bir şey.
Antik çağ Yunanistan’da Homoseksüel diye bir terim yoktu. Çünkü eşcinsel ilişki o kadar yaygın ve normal kabul ediliyordu ki bunu normal cinsel ilişkiden ayrı tutacak bir terminoloji geliştirmeye ihtiyaç görmemişlerdi. Platon, en büyük sevgi bir erkeğin diğer erkeğe duyduğu sevgi, der.
Büyük İskender de bu kültürde yetiştiğinden seferdeyken subayları generalleri ile yatıp kalkardı.
Roma’da Sezar için Sezar’ın kılıcının her iki ucu da çok keskindir diye bir laf vardı. Sezar bir gece generallerinden biriyle diğer gecede onların hanımlarından biriyle yatıp kalkardı.
Hitler’in homoseksüelliğinden nerelere geldik.
Büyük İskender gibi Sezar gibi özellikle hepsinin üstünde Hitler gibi dünyaya hâkim olmaya çalışan ve bu amaçla dünya da erkek şovenizmi, kabadayılığı ve acımasızlığının en kanlı şeklini sergileyen adamların aynı zamanda feminen özellikler göstermeleri tarihin garip cilvelerinden biridir.

Matüridilik

Matüridîlik, ünlü Türk din bilgini Matüridî'nin, Hanefî Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı A'zam'ın düşüncesini takip eden, akla önemli bir yer veren İslam dini itikat mezhebidir. Türkiye, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya ülkelerinde yaygındır.


Matüridîlikte İman, Allah, Peygamberlik Anlayışı
Matüridî'nin İslâm ilâhiyatının meselelerinden iman, Allah, Peygamberlik konularındaki görüşlerini kısaca ele alırsak:
İman tanımı
Matüridîye göre iman; "kalp ile tasdik dil ile ikrar" (açıkça söyleme)’dır. Diliyle ikrar ettiği hâlde kalbiyle tasdik etmeyen kimse mümin değildir. Kur'an-ı Kerîm'de, "İnanç, henüz gönüllerinize yerleşmedi" (Hucurat suresi/14) ayetiyle imanın kalp ile ilgili olduğuna işaret edilir. Ayrıca, "İşte Allah imanı bunların (gönüllerine), kalplerine yazmış...(Mücadele suresi/22) ayetinde de iman kelimesi kalbe izafe edilmiştir. Bu durumda imanın gerçek rüknü "kalp ile tasdik"tir. İman, tasdik etme, onaylamadır. İman tasdik olunca, aksi de tekzip yani inkâr ve yalanlama olacaktır. Tekzib, düzeltme değil de sadece "inkâr" niyetiyle ifade ediliyorsa bunun anlamı da (dinî yönden) küfür'dür.
Matüridî, Kitab üt-Tevhid adlı eserinde "İmanın kalp ile tasdik veya marifet olduğu meselesi" başlığı altında, sadece bilmenin iman için yetersizliğini anlatır. Zira bir şeyin mahiyetini bilmek onu tasdik etmek anlamına gelmez. Bu sebeple kalpteki iman bilmekten başka bir şeydir. Yani, kalpteki iman ile bilmenin (bilginin) mahiyetleri ayrıdır. Ancak bilgi, kalple tasdikin meydana gelmesinde önemli rol oynar. Zira cehalet de bazen inkârcılığın sebebi olabilmektedir.
Matüridî'ye göre hürriyet, iman ve küfrün varlık şartıdır. Yani iman ve küfür tercihle olur.
İman-amel İlişkisi
Genellikle ilmihal kitaplarında kullanılan amel kelimesi; "yapılan iş, fiil, bir kişinin dinin emirlerini yerine getirmesi için yaptıkları" anlamındadır. İmam Şafiî 'nin aksine Matüridî iman ile ameli birbirinden ayırır. Amelin imandan bir parça olması ve imanın artıp eksilmesi konusunda Matüridî, görüşlerini benimsediği Ebu Hanife 'ye uyar. Ebu Hanife ve Matüridî'ye göre iman ve amel ayrı şeylerdir. Çünkü bir ayette (Ve men yu'min b'illahi ve ya'mel salihen) "...Allah'a iman eden ve yararlı iş işleyen...(Talak Suresi/11)" buyruğuyla imanı amelden ayırmış, "yararlı iş işleyen" ifadesi "iman eden" ifadesinden ve ile ayrılmıştır. Ayette geçen imandan maksat, kalp ile tasdik’tir.
Matüridî'ye göre adam öldürmek, zina etmek, içki içmek... gibi büyük günahlar (günah-ı kebair) da mümini imandan çıkarmaz. Allah'a ve emirlerine-yasaklarına-inanan kimse bunlara uymaz, bunları uygulamazsa dinden çıkmaz, günahkâr olur. Günahkâr olan kimse tövbe ile kurtulabilir. Allah Kur'an-ı Kerîm'inde, "'Sizi yaratan O'dur, kiminiz inkârcı (kâfir), kiminiz mümindir. Ey inananlar! Mutluluğa ermeniz için hepiniz tövbe ederek Allah'ın hükmüne dönün" ayetleriyle müminlerin, işledikleri günahlardan tövbeyle affedileceklerini müjdeler. Yani, Allah'ın emirlerini uygulamayan veya uygulayamayan müminler günahkâr olurlar. Kâfirlik (küfr) ise yalanlamayla, inkârla olur.
Allah'ın Varlığı ve Bilinmesi
İslâm dininde iman esaslarının başında Allah 'a iman gelir. Mümin ; öncesi ve sonrası olmayan (ezelî ve ebedî), her şeyi yoktan var eden ve zât'ı, sıfatları ve fiilleri yönlerinden bir olan Allah'a imanla yükümlüdür.
Allah'ın varlığı, 'Birliği (tevhid), yaratıcılığı konusunda birçok ayetler vardır: (En'am suresi/101; Zumer suresi/62; Bakara suresi/117; Âl-i imran suresi/189; Maide suresi/18, 40, 120... gibi).
Allah'ın varlığı ve Birliği mantık kurallarıyla da (akılla) ispatlanabilir. Kâinattaki varlıkların hareketlerini düzenleyen, bir nizam ve âhenk içerisinde bulunmalarını ve her birinin ayrı ayrı ve diğerlerine zarar vermeksizin görev yapmalarını sağlayan, her şeyin üstünde bir varlık var ki, O da, eşi ve benzeri olmayan Yüce Tanrıdır.
Allah'ın zât'ına ve fiillerine ait sıfatları vardır ve bu sıfatlar Allah'ın Zât'ının aynı da değildir, gayrı da değildir. Allah'ın sıfatları sonradan yaratılmış da değildir.
Allah'ın Başka bir Kelime ile İfadesi
Allah'a, O'nu yaratılmış varlıklara benzetmeye götüren isim koymak uygun değildir. Çünkü O, Kur'an'da belirtildiği üzere hiçbir şeye benzemez. (Şûra suresi/11). Matüridî, "dengi ve benzeri bulunan bir şey çokluk statüsüne girer ve iki sayısı ile başlar. O'na nispet edilebilecek bütün yaratılmışlık kavramlarının ve nitelendirilebileceği bütün sıfatların, yaratılmışlara nispet edildiği ve nitelendirildiği takdirde anlaşılabilecek bir manâ ile Allah'a izafe edilmesi bâtıl olmuştur" der. Bu sebeple Allah'ın, yaratılmışlardan birini çağrıştıran bir isimle, kelimeyle anılması caiz değildir.
Allah'a "Şey" Denilebilir
Ebu Hanife gibi Matüridî de Allah'a Şey denilmesini câiz görür. Allah'a şey denmesini gerektiren sebep, cisimde mevcut olmadığı için bunu kullanmakta sakınca yoktur. Bunun iki yolla ispatlanması mümkündür: Birincisi, Kur'an 'da kendisi için şey kelimesini kullanmaktadır. (Bakınız: Şûra suresi/11; En'am suresi/19) Allah 'a şey denilmesi caiz olmasaydı ayetlerin bu kelimeyi Allah'a nispet etmemesi gerekirdi. İkincisi, aklî yoldur. Matüridî burada "örf açısından şey'iyyet başka değil, sadece varlık ifade (ispat) eden bir cisimdir... Sabit olmuştur ki bir varlığa şey nisbet etmek sadece onun zâtının varlığını ve yüceltilmesini ifade eder. Allah da buna lâyıktır." ifadelerini kullanır. Teftazanî Nesefi'nin Akaid'ine yazdığı şerhde bu konu ile ilgili açıklaması yer alır.
Ebu Hanife ise Fıkh-ı Ekber adlı adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şunları yazar: "Allahu Teâlâ ŞEY'dir. Ama eşya gibi bir şey değildir. Şey olmasının manâsı; cisimsiz, cevhersiz, arazsız, hadsiz, zıtsız, eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sabit olmaktır."
Ru'yetullah
Matüridî Ahiret'de Allah'ın görülebilirliğini, yani ru'yetullahı, savunmaktadır. Kitabındaki şu cümleyle konuya girer:
"Aziz ve celîl olan Rabbin görülmesi hakkındaki söz şundan ibarettir: Bize göre O'nun (Allah'ın) görülmesi gereklidir, haktır, ancak bu rü'yet idraksiz (yani sınırsız) ve tefsirsiz (yani bakanın karşısında olmaktan, belirli aralıkta olmaktan... münezzeh) olacaktır."
Bilgi, Akıl ve İrade Hürriyeti
Matüridî, Kitab üt-Tevhid'inde bilgi ve önemi üzerinde ısrarla durur. Farklı görüşlere karşı herkesin kendi görüşünün "doğruluğunu kanıtlayan karşı durulmaz bir delile sahip" olması gerekir. Akıl, bilgi edinilmesine kılavuzluk eder. Bilgi edinme yollarını Matüridî duyular, haberler (nakiller) ve akıl olarak belirler. O'na göre bilgi vehbî (kendiliğinden, doğuştan) olmaz; kesbî (sonradan kazanılan) dir. Doğru akıl yürütmeyle ortaya çıkan bilgi bir âdet-i ilâhiye 'dir. Allah insana akletme, aklını kullanma yeteneğini, diğer varlıklara bir üstünlük özelliği, temyiz gücü olarak bahşetmiştir. Yani insan eşref-i mahlûkat tır.
Allah'ın mutlak kudreti ile insan kudreti arasındaki ilişki konusu İslâm düşünürleri arasında farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, insanların eylemlerinde hür olup olmadıkları hep tartışıla gelmiştir. Hattâ Peygamber zamanında "kader" konusunu tartışanlara Peygamberin sinirlendiği ve bu konuda tartışmayı uygun görmediği (Sahih-i Buharî Kitab üt-Tefsir Bölümü, Hadis Nu.237) anlatılmaktadır. Ancak, insanoğlunun kafasını devamlı meşgul eden hürriyet meselesi onları arayışa sürüklemiştir. Bazıları olayların, eylemlerin insanların iradelerine bağlı olmayıp, Tanrı tarafından, önceden değişmez bir şekilde tespit edildiğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her şey Tanrı'nın emrine bağlıdır; insanın iradesi, çabası ile değiştirilemez. Kulların eylemleri (fiilleri) kendi iradelerine, isteklerine bağlı değil, ilâhî iradeye tâbidir. Daha açık ifade ile, insanların eylemleri (fiilleri) doğrudan doğruya Allah'ın fiilleridir. Böyle düşünen kişilere İslam Mezhepleri Tarihi'nde Cebriye adı verilmiştir. Tarihte bu anlayışın babası olarak Cehm b. Safvan (öl.746) gösterilir. Bunlara göre insanların yaptıkları ve yapacakları hiçbir şey kendi iradesi ile olmayıp, önceden takdir edilmiştir ve insanlar yapmaya mecburdurlar; yapıp yapmama hürriyetleri yoktur.
Cebriye mezhebi (fatalizm) karşısında bu mezheple taban tabana zıt görüşleri ileri süren bir grup oluştu. Bunlar da kulları, yani insanları kendi eylemlerinin halîkı yani "yaratıcısı" kabul ediyor ve Kaderiye Mezhebi ni savunuyorlardı. Başka bir ifade ile, Kaderiye'ye göre; insanın bütün eylemleri (fiilleri) Tanrı'nın iradesinden tamamen ayrı olarak sadece kendi iradesi ile meydana gelir. Konu (Mezhepler) ile ilgili tarihçilere göre bu mezhebin kurucuları Ma'bed el-Cühenî ve Geylân ed-Dımışkî'dir ve onlar insanın (yani kulun), Tanrı'nın dahli olmaksızın başlı başına ve hür olarak eylem (fiil) yaratacak kudrete sahip olduğunu iddia ederler.
Mutezile mezhebine göre Allah âdildir. Bunun gereği olarak insanlara irade (Bir şeyi yapıp yapmama güç ve tercihi) hürriyeti vermiştir. İnsan hürdür ve kendi eylemini(fiilini) kendi irade ve isteği doğrultusunda yapar.
Bütün bu değişik görüşler karşısında oluşan Ehl-i Sünnet mezheplerinden Selefiye bu konuları tartışmamayı yeğlediğinden, Eş'ariye ve Matüridîye mezhepleri görüş farklılıklarından doğan çelişkileri çözmeye çalışmışlardır.
Matüridî irade hürriyeti bakımından, insanı iradesiz robot olarak gören Cebriye ile, insanın eylemlerinde Allah'ın hiçbir etkisini kabul etmeyen Mutezile arasında üçüncü bir yol izler. Zira Matüridî bu bu konuda Kesb ve halk terimlerini kullanır. Halk, insanın kendi kudret ve isteği olmadan meydana gelen eylemlerdir. Refleksler, kalbin çalışması... gibi. Bir de insanın kendi iradesi ile seçtiği eylemlerin yaratılmasıdır. Kulun eylemine "halk" değil, "kesb" denilir. Allah'a ait eylem (fiil) de "kesb" değil, "halk"tır.
Şeriat, Tarikat, İbadet
Matüridiliğe göre din, Allah'ı bilmek ve O'na ibadet etmektir. Bütün Peygamberler, sadece Allah'ı bilmeye ve ibadeti de sadece Allah'a has kılmaya davet etmişlerdir. Yani, bütün Peygamberler Tevhid dinine mensupturlar. Hiç bir Peygamber kendinden önceki peygamberlerin dinini reddetmeyi emretmemişlerdir. Âdem'den bu yana bütün Peygamberler aynı dini fakat değişik şeriatı tebliğ etmişlerdir. Bu ifadelere delil olabilecek bir ayet-i kerime: "...Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin size verdiği şeylerde sizi sınamak istedi. Bunun için iyi işlerde yarışın.(Mâide suresi/48)"
Matüridi'nin görüşleri doğrultusunda din ile şeriatın farklılıklarını şöyle özetlenebilir:
a- Din'de Nasih-Mensuh cereyan etmez. Ama şeriatta Nesh yani Hükümsüz Kılma mümkündür. Bütün peygamberler, kendilerinden önceki peygamberlerin akait esaslarını (yani dinlerini) tasdik etmişler, fakat ibadet, ahlâk ve haram-helâl gibi hususlarla ilgili farklı emirler getirmişlerdir.
b- Din, kalbin ve inancın fiilidir. Şeriat ise organların fiili (eylemi)dir.
c- Dinin yargı kalıplarıyla şeriatın yargı kalıpları farklıdır.
d- Şeriat (yani dini hükümler ve ibadetler) dinden parça değildir.
e- Dinin kaynağı akıl, şeriatın kaynağı ise; duyma, işitmedir.
f- Aklı yerinde olan bir kimse dinde mazeret ileri süremez.
Matüridî, tasavvuf ve tasavvufun kurumsallaşmış teşkilâtı olan tarikatlara mesafelidir. Bu, duygusal değil ilmî bir tavır alıştır. Zira Matüridî, tasavvufun ahlâkiliğini; İslamın, imanın, marifetin bulunduğu yer olarak Akaid Risalesi'inde, göğüs, gönül, yürek, kalp... olduğunu kabul eder. Ancak Matüridî'nin mesafeli duruşu bilgi kaynakları yönündendir.
Matüridî'ye göre İbadetler
Yüce Allah insanlara iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt etme gücü (temyiz kabiliyeti), aklını kullanabilme gücü vermiştir. Allah, aklı olanları dinî yönden mükellef (sorumlu) kılmış olup, aklı olmayanlar "İlâhî emrin sorumluluğu dışındadırlar." Akıl sahipleri akıllarını kullanmak suretiyle yaratıcı ve tek olan Tanrı'yı bulmak ve bilmek zorundadırlar. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi Şeriat'ı ve Şeriat'ın bir bölümü olan ibâdetlerin ne şekilde yapılacaklarını akıllarıyla belirleyemezler. Bunları ancak peygamberler vasıtası ile öğrenebilirler.
Matüridî, amel ile imanı ayrı tutar ve amel ile imanın ayrı şeyler olduğunu savunur. O’na göre, iman etmek mutlaka ibadet etmeyi gerektirmez.

Ne Mutlu - Özellikle - Türküm Diyene

AB, “Ne Mutlu Türküm Diyene” cümlesinin ırkçı olduğu iddiasıyla kaldırılmasını istemiş.
Bu cümle aslında kanun karşısında herkesin bir ve eşit olduğunu vurgular; Osmanlı döneminde halk, Müslüman ve Hıristiyanlar yani, azınlık diye ikiye ayrılıyordu, Türkiye Cumhuriyeti bu ikilemi reddetmiş ve herkesin Türk vatandaşı olduğunu kabul etmişti. Atatürk 10’ncu yıl nutkunda Ne Mutlu Türküm diye haykırdığında bu durumu dile getirmişti; zaman içinde olayları izleyelim.
Ben, Cumhuriyet’in ilk kuşaklarındanım. İlkokulu İzmir’de okudum. Bu yıllarda, henüz Osmanlı imparatorluğunun kalıntıları süregeliyordu.
1300’lerde bir İslâm devleti olarak kurulan bu imparatorlukta
Vatandaş kavramı yoktu, teb’a kavramı vardı; yani, herkes Sultan’a tâbi idi.
Bu da, - İslâm devleti gereği- İmparatorluk topraklarında yaşayanların
Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılmasını gerektiriyordu. Müslüman olmayanlar AZINLIK statükosunda bulunuyorlardı.
İşte, Batılılar bu azınlığı oluşturan kişilerden
İmparatorluğu parçalamak,
Türkleri Anadolu’da etkisiz hâle getirmek ya da Orta Asya’ya sürmek için
faydalanma becerilerini geniş bir şekilde kullanmışlardı.
Azınlığa, Hıristiyan ve Musevî teb’aya,
İtalyan, Fransız, Belçika, İsviçre vb pasaportları vererek,
İmparatorluk içinde devlet kurmuşlardı. Yaşadığım bir örneği verebilirim: diplomasını aldığım bir okulda, Türkiye’de doğmuş ve fakat İtalyan pasaportuyla yaşamış ve 1960’larda emekli olunca İtalya’ya gitmiş ve orada ölmüş olan bir öğretmen vardı.
Bu tür kişiler, imparatorluğa karşı herhangi bir harekette bulunduklarında örneğin, eli silâhlı başkaldırmalar, düşmanla işbirliğine girişip katil suçları işleyenler, pasaportlarına sarılıp ilgili devletlerin himayesini elde ediyorlardı.
İmparatorluğun iç işlerine rahatça karışabilmek için bu tür olaylar, Batılılar için en geniş şekilde istifade edebilecekleri, sabırla bekledikleri birer fırsat idiler...
Ayrıca bu kişiler – genel olarak- koskoca bir İmparatorluğu küçük görmeyi de öğrenmişlerdi; kulağımla duydum, evimize gelen bir büyük ticarî kuruluşun müdürü babamla Fransızca konuşurdu. Türkçesi çok bozuktu, babam, neden Türkçe öğrenmiyorsunuz diye sorduğunda;
“Türkçe lüzumsuz bir dil, uluslararası hiç bir değeri yok niye öğreneyim”, diyebilmişti.

Büyük bir olasılıkla - tarihte ZÜMRAN adıyla- bir Ön-Ata şehri olan (Rus kaynakları)
İzmir, İmparatorluktan koparılmıştı, adı Gâvur İzmir olmuştu, sokaklarında Rumca, Giritlice, Fransızca biraz da İngilizce ve Almanca konuşulurdu… (ana tarafım İzmir’dendir).
Atatürk, İmparatorluğun bu zayıf ve hasta tarafını Cumhuriyet ve vatandaş kavramıyla yok etmişti; bugün herkes kanun karşısında eşittir.
Ülkemizde herkes Türk vatandaşıdır. Aynı toprakta doğup, bu toprağın nimetlerinden faydalanıp aynı toprakta ölüyoruz.
TBMM tüm vatandaşlara, Kürt, Çeçen, Lâz, Gürcü, Ermeni, Musevî, Katolik, Ortodoks (*) tümüne açıktır... Hepsi istedikleri işi tutabilir, istediği yerde çalışırlar.
Hepimiz, Türk bayrağı altında Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında eşitiz.
Atatürk 10’ncu yıl nutkunda “Az zamanda büyük işler başardık” dediğinde
vatandaşlar arasında her hangi bir ayırım yapmamıştır, düşünmemiştir, ülkemizi hep beraber kurduk biz, bir bütünüz demiştir.
Bu nedenle,
Birlik ve beraberliğimizi çok güzel ifade eden, bu vatan hepimizindir anlamına, NE MUTLU TÜRKÜM DİYE, dünyaya haykırmıştı.
Bu aynı zamanda, Batılılara, beni rahat bırak, bizde azınlık yoktur, artık ülkemden ELİNİ ÇEK demektir… Nedeni olduğun kan ve gözyaşı dinmelidir…
ABD, vatandaşına,
(Portoriko’lu, İrlanda’lı, Polonya’lı, Çinl’li vb…)
Okula başladığında, ona önce,
I AM AMERICAN demesini öğretir.
Hatırlayalım…

Atatürk'ün Türk Tarih Tezi

Selçuk Üniversitesi tarafından 11 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen Atatürk'ü Anlamak konulu panelde bildiri olarak sunulmuştur.
Tarih, milletlerin hafızasıdır. Milletler, tarih içerisinde teşekkül ederler ve tarih şuuru sayesinde varlıklarını devam ettirirler. Tarih şuuru, tarihin akışı hakkında belli bir görüş sahibi olmak demektir. İnsan tarih olaylarını manalı bir bütün içindeki parçalar halinde gördüğü anda tarih şuuru kazanmış olur.[1] Bu şuurdan mahrum olan milletler, millî birlik ve beraberliğini de koruyamazlar. Millî birliğini tesis edememiş milletlerin yaşaması mümkün değildir.
Tarihe baktığımız zaman, tarih şuuru, dolayısıyla da millî şuurun zayıf olduğu dönemlerde hem siyasî hem de sosyal alanda meselelerin hat safhaya çıktığını görüyoruz. Tarih şuuru olmayan aydın ve devlet ricali varlık sebebi olan milletine yabancılaşmış, başka kültürlerin, dolayısıyla milletlerin etkisine girmiş, kendine güven duygusunu kaybetmiştir. Kendine güven duygusunu kaybeden aydının milletine hizmet etmesi, yol göstermesi mümkün değildir.
Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk'e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.
Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi'nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi'ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Türklerin sarı ırktan oldukları, dolayısıyla Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılmaları gerektiği,
2.Türklerin medenî kabiliyetten mahrum oldukları, dolayısıyla medeniyet düşmanı oldukları,
3.Türklerin yaşadıkları toprakların kendilerine ait olmadığı iddialarıdır. [2]
Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar'dan, daha sonra da Türkiye'den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini, Türkler'in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır sözleriyle ortaya koymuştur. [3]
Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. " Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamızdır. Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır !"[4] diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk'ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir.
Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak.
İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak.
Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.
Bu üç hususu ise Atatürk "tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır" şeklinde ifade etmiştir.[5]
Atatürk'ün, Türk Tarih Tezinde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz:
1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya'dır.
2. Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya'dır.
3. Anayurtları olan Orta Asya'dan değişik sebeplerle göç eden Türkler böylece dünyaya medeniyeti yaymışlardır.
4. Anadolu'nun ilk yerli halkları da Türklerdir, dolayısıyla buranın ilk sahipleri Türklerdir.
5. Türklerin İslâm Medeniyetine katkıları araştırılmalıdır.
6. Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili iddialar araştırılmalı, gerçek ortaya çıkarılmalıdır.
Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir.
Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi'nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara'da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur.
Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır." [6]
Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.[7]
Sonuç olarak, Atatürk, Türk milletine millî bir heyecan verip onu haysiyet ve vakarına kavuştururken, uyguladığı, inkılâpların yanında, bir millî tarih şuuru da vermeyi bilmiştir.[8] Bugün de hepimize düşen görev, her Türk gencinin tarih şuuru ile yetişip, mensup olduğu milletine ve kendisine güven duymasını sağlamaktır.
DİPNOTLAR / Kaynakça
[1] Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ankara 1980, s. 59
[2] Azmi Süslü, Atatürk ve Tarih, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1998, s. 137
[3] Süslü, a.g.m, s. 136
[4] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C.II, 4. bas. Ankara 1989, s. 319
[5] Süslü, a.g.m, s. 145
[6] Utkan Kocatürk, Atatürk, Ankara 1987, s. 169
[7] Atatürkçülük III, Genelkurmay Başkanlığı, İstanbul 1998, s. 146
[8] Mücteba İlgürel, Atatürk ve Osmanlı Tarihi, Yusuf Hikmet Bayur'a Armağan, TTK, Ankara 1985, s. 241
"Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve bana taan edenler çıkabilir. Hatta bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki, bu fikirler, Hind'den, Mısır'dan döner, dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur!"