2 Kasım 2010 Salı

OSMANLI SARAYLARINDA SAÇI UZUN OĞLANLAR

Adolf Hitler (1889-1945) bir gecede nasıl olmuştu da en seçkin askerlerden oluşan SA (Sturm Abteilung) birliğini diğer bir askeri birliği yollayarak Uzun Bıçaklar Gecesi adı verilen gecede makineli tüfeklerle katlettirmişti. Bu olay bizim 1826'da Yeniçerilerin katledilmesi olan Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) denilen katliama benziyordu fakat nedenleri çok farklıydı. Bu olayın arkasında yatan gerçek neden tarihte hep soru işareti olarak kaldı. Fakat biz Hitler’in özel yaşamına biraz baktığımızda ve SA Birliğinin komutanı ile alayın belli bir birliğindeki askerlerle Hitler'in cinsel eğilimlerini ortaya çıkardığımızda karşımıza çok değişik bir fotoğraf çıktığını görürüz.
HİTLER’İN EŞCİNSEL GENÇLİĞİ
Hitler 16 yaşında okulu bıraktı. Bırakır bırakmaz 1905 yılında Viyana’ya taşındı. Burada Kendinden birkaç yaş büyük August Kubizek ile tanıştı. İkisinin de homoseksüel eğilimleri olduğundan Viyana’da Hitler ve Kubizek uzun süre beraber aşk hayatı yaşadılar. Hitler Kubizek’ e bağlı olmasına karşın Kubizek’in zaman zaman başka erkeklerle olması Hitler’i çok kıskandırıyordu.
Kubizek’le ilişkisine son verip 1913 ‘de Münih şehrine geldiğinde yanında diğer genç sevgilisi El Dorado vardı.
1914 yılında Bavyera‘da orduya katıldı. I. Dünya Savaşı süresince bir müddet savaş hatları gerisinde posta habercisi olarak görev aldığından bu müddet sürecinde oldukça rahattı ve askerde tanıştığı ve bu konuda oldukça tanınmış eşcinsel Ernst Schmidt ile oldukça uzun süre beraber olma fırsatını yakaladı. Alman avukat Erich Eberneier Hitler’in askeri kayıtlarını araştırarak, onun I. Dünya Savaşında bir kaç kere oldukça büyük cesaret örneği göstermesine rağmen, bu homoseksüel ilişkilerinden dolayı hak ettiği rütbeye yükseltilmediğini ortaya çıkartmıştı.
Hitler Almanya’da devamlı sevgililerinin yanında fırsatını buldukça genç erkeklerle de düşüp kalkıyordu. Münih Emniyeti arşivlerinde 18-20 yaş arasında Joseph, Michael, Franz adlı gençlerin yazılı itiraflarıyla değişik tarihlerde Hitler’le cinsel ilişkiye girdikleri konusunda kayıtlar bulundu. Hitler’in önündeki engellerin kaldırılıp yükselmesi sonradan tanıştığı oldukça etkili pozisyonlarda bulunan aynı zamanda Homoseksüel olan Ernst Roehm ve Dietrich Eckart sayesinde oldu.
HİTLER’İ HİTLER YAPAN EŞCİNSEL DOSTLARI
I. Dünya Savaşından sonra o dönem rütbesi yüzbaşı olan Ernst Roehm ile tanıştı. Orduda eşcinsel erler ve subaylar bir şekilde birbirlerini tanıyorlar eşcinsel subaylar eşcinsel askerleri kolluyordu. Ernst öyle sıradan bir subay değildi. Hem askeri personel dairesinde önemli bir görevde hem de ordunun gizli ödenek fonunu yönetenlerden biriydi. Aynı zamanda askeri istihbaratın Almanya’daki siyasi partiler bölümüne baktığından, partilerin işleyişi ve üyeleri hakkında bilgilere sahipti. Politikanın işleyişini ve gizliliklerini de iyi biliyordu. Ernest Roehm, Hitler’i Alman İşçi Partisi hakkında bilgi toplama konusunda görevlendirdi. Bu arada Roehm, Hitler’i politik taktikler ve propaganda konularında eğitiyordu. Roehm aynı zamanda ırkçı, anti komünist ve şiddetli bir Yahudi düşmanıydı. Bu konulara yatkın olan Hitler'i daha da radikal olmasında büyük etkisi oldu.
Hitler'in geleceğine yön veren diğer kişi gazeteci, oyun yazarı faşist ideolojinin anti semitizm’in kısaca Yahudi düşmanlığının ideologlarından diğer eşcinsel Dietrich Eckart oldu. Hitler’den 21 yaş büyük olan Eckart, elit çevrelerde oldukça tanınmış ve etkili biriydi. Hitler’i Alman sosyetesiyle, Alman zenginleri ve ileri gelenleriyle tanıştırdı. Bu iki ırkçı, faşist, Yahudi düşmanı fakat oldukça etkili iki eşcinsel ile tanışması, Hitler’in, hem ideolojik fikirlerinin daha iyi şekillenmesinde, hem politik kariyerinde kolayca yükselmesinde en büyük neden oldu. Roehm aynı zamanda Nazi Partisi’nin de kurucularındandı.
Hitlerin Eva Braun ile evliliği de Amerikan Hollywood eşcinsel aktörlerini homoseksüellerini kamuoyundan saklamak için yanlarına göstermelik ayarlanmış kız arkadaşlar verilmesi ya da mecburi evlilikler yaptırılmasına benziyordu. Eva Braun yakın çevresine hep Hitler’in kendisine karşı olan cinsel soğukluğundan yakınmıştı.
HİTLER ESKİ EŞCİNSEL GEÇMİŞİNİ BİR KATLİAMLA NASIL YOK ETTİ? UZUN BIÇAKLAR GECESİ
Hitler bu iki kişinin büyük desteği ve şansının da yardımıyla Ocak 1933’de % 37 oy alarak iktidarı ele geçirdi. Artık onun homoseksüel geçmişi ve bu yaşamını iyi bilenler onun için tehlike arz ediyorlardı. Bunun başında en güçlü SA Alayının başında buluna yakın dostu eşcinsel arkadaşı Ernest Roehm idi. Roehm kendi yetiştirdiği ve iktidara gelmesini sağladığı çömezi vasıtasıyla Almanya'yı perde arkasından yöneteceğini umuyordu. Çünkü çömezinin bütün açıklarını ve zaaflarını biliyordu. Fakat mayasına nefret ve kin katarak yetiştirdiği çömezi, nasıl bir canavara dönüştürdüğünü o bile hesap edememişti. Bu canavar önce kendini yetiştireni katlettikten sonra acımasızca milyonlarca kişiyi yok edecekti.
İki kişi arasında ki güç çekişmesi kaçınılmazdı. Ernest oldukça korkulan zaman zaman sokaklarda olay yaratan SA birliklerinin kendi komutası altında tam bağımsızlığını istiyordu. Bazı kaynaklar Ernest’in Hitler’i homoseksüel ilişkilerini açıklamakla tehdit ettiğini söylerler. Ernest, SA alayının komutanı olarak SA’nın belli birliklerin içine homoseksüel askerler ve subaylarla doldurulmasına özellikle göz yummuştu. Bu birliklerdeki eşcinsel ilişkiler açıkça biliniyordu. Hitler bu fırsatı kaçırmadı ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’ (Röhm –Putch) denilen ve 30 Haziran 1934 gecesi başlayan katliam 2 Temmuz’a kadar sürdü.
İlk akşam SA birlikleri garnizonlarında uyurken Hitler tarafından seçilmiş SS’ler ve Gestapo’nun da katıldığı silahlı birlikler tarafından yüzlercesi katliama uğratıldılar. Gazetelerde öldürülenlerin listesinin yayınlanması yasaklandı. Tabi bu birliklerin komutanı Ernest Roehm hemen yok edilmedi. Hapse atıldı. Bir süre sonra hücresinde eline Browning marka bir tabanca verilerek intihar etmeye teşvik edildi. Böylece Hitler’in önü açılmış oluyordu.
Aslında Hitler etrafında hala bazı eşcinsel subaylar bulunuyordu fakat bunların Hitler için bir tehlikesi yoktu. Mesela yine korkulan askeri birlik SS’lerin komutan Heinrich Himmler Hitler’in yakın dostu aynı zamanda eşcinseldi. Himmler’in bu yüzden takma ismi ’esmer Emma’ idi.
Hitler Uzun Bıçaklar Gecesi katliamından sonra çok ilginçtir ki, homoseksüelleri çok şiddetle cezalandıran kanunlar getirdi. Artık Hitler’in homoseksüelliği konusunda kimse bir şey söylemeye cesaret edemezdi. Eğer Hitler eşcinsel olmayıp çok önemli noktalardaki eşcinsellerle olan ilişkilerinden destek görmemiş olsaydı belki bugün Hitler olmayacaktı. Gerçekten oldukça ilginç.
UZUN BIÇAKLAR GECESİ KATLİAMININ YENİÇERİ KATLİAMI İLE BENZERLİĞİ VAR MIYDI?
Bu katliamın bizim 1826 Yeniçeri katliamıyla doğrudan benzerliği olmasa da, cinsellik bakımdan ters açıdan benzerliği var. Yeniçerilere 16. yüzyılın ortasına kadar evlilik yasaktı. Bu yüzden yeniçeriler arasında "oğlancılık" çok yaygındı. Genç parlak çocuklar her zaman Yeniçeri zorbalarının tecavüzleriyle karşı karşıya kalması mümkündü. Halk da, Sultan da Yeniçerilerin anarşi ve zorbalıklarından bıkmıştı.
Reşat Ekrem Koçu’nun anlattığına göre; Yeniçeri ortaları kendi ortalarındaki parlak bir oğlanın başka Yeniçeri ortasına gitmesi olayını namus meselesi yapmışlar, birbirleri ile savaşa tutuşmuşlar, çok kan akmıştı.
Yeniçerilerin destur tanımaz azgınlarının her birinin yanında "oğlanı" vardı. Bunlarla geceleri çarşı hamamların göbek taşının altındaki külhanları sıcak olduğundan oğlanlarıyla burada beraber olup geceyi geçirirlerdi. ‘Külhanbeyi’ lafı buradan gelmedir.
Osmanlı saraylarında parlak, sakalı çıkmamış iç oğlanlarının bazılarının kız gibi saçları uzatılırdı. Bunlar dışarı çıktığında Yeniçeriler tarafından tecavüze uğramasın diye bunlar kadın gibi ferace giydirilirdi. Bunlara civelek denirdi. ‘Civelek’ lafı buradan gelir. Peki, bunlar neden böyle kız gibi yetiştirilirlerdi.
Osmanlının ilk yıllarında yarı çıplak koyun postu sarıp gezen Kalenderi dervişleri kulaklarına demir küpe takar başlarını kazıtır, bazıları da erkeklik organlarına halka takar gezerdi. Bunlar kadınlarla olan ilişkiyi yasaklarlar, birbirleriyle eşcinsel ilişkide bulunurlardı. Bazıları kadınlarla ilişkide bulunup yakalandıklarında ceza olarak kulaklarındaki demir küpe çekip çıkartılır, kulakları kesik kalırdı. ‘Kulağı kesik‘ deyimi de buradan gelir. ‘Muhallebi çocuğu’ deyiminin de böyle bir ilişkisi var fakat bu fazla açık kaçar bunu burada anlatmayalım. Civeleklerle bağlantılı bir şey.
Antik çağ Yunanistan’da Homoseksüel diye bir terim yoktu. Çünkü eşcinsel ilişki o kadar yaygın ve normal kabul ediliyordu ki bunu normal cinsel ilişkiden ayrı tutacak bir terminoloji geliştirmeye ihtiyaç görmemişlerdi. Platon, en büyük sevgi bir erkeğin diğer erkeğe duyduğu sevgi, der.
Büyük İskender de bu kültürde yetiştiğinden seferdeyken subayları generalleri ile yatıp kalkardı.
Roma’da Sezar için Sezar’ın kılıcının her iki ucu da çok keskindir diye bir laf vardı. Sezar bir gece generallerinden biriyle diğer gecede onların hanımlarından biriyle yatıp kalkardı.
Hitler’in homoseksüelliğinden nerelere geldik.
Büyük İskender gibi Sezar gibi özellikle hepsinin üstünde Hitler gibi dünyaya hâkim olmaya çalışan ve bu amaçla dünya da erkek şovenizmi, kabadayılığı ve acımasızlığının en kanlı şeklini sergileyen adamların aynı zamanda feminen özellikler göstermeleri tarihin garip cilvelerinden biridir.

Matüridilik

Matüridîlik, ünlü Türk din bilgini Matüridî'nin, Hanefî Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı A'zam'ın düşüncesini takip eden, akla önemli bir yer veren İslam dini itikat mezhebidir. Türkiye, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya ülkelerinde yaygındır.


Matüridîlikte İman, Allah, Peygamberlik Anlayışı
Matüridî'nin İslâm ilâhiyatının meselelerinden iman, Allah, Peygamberlik konularındaki görüşlerini kısaca ele alırsak:
İman tanımı
Matüridîye göre iman; "kalp ile tasdik dil ile ikrar" (açıkça söyleme)’dır. Diliyle ikrar ettiği hâlde kalbiyle tasdik etmeyen kimse mümin değildir. Kur'an-ı Kerîm'de, "İnanç, henüz gönüllerinize yerleşmedi" (Hucurat suresi/14) ayetiyle imanın kalp ile ilgili olduğuna işaret edilir. Ayrıca, "İşte Allah imanı bunların (gönüllerine), kalplerine yazmış...(Mücadele suresi/22) ayetinde de iman kelimesi kalbe izafe edilmiştir. Bu durumda imanın gerçek rüknü "kalp ile tasdik"tir. İman, tasdik etme, onaylamadır. İman tasdik olunca, aksi de tekzip yani inkâr ve yalanlama olacaktır. Tekzib, düzeltme değil de sadece "inkâr" niyetiyle ifade ediliyorsa bunun anlamı da (dinî yönden) küfür'dür.
Matüridî, Kitab üt-Tevhid adlı eserinde "İmanın kalp ile tasdik veya marifet olduğu meselesi" başlığı altında, sadece bilmenin iman için yetersizliğini anlatır. Zira bir şeyin mahiyetini bilmek onu tasdik etmek anlamına gelmez. Bu sebeple kalpteki iman bilmekten başka bir şeydir. Yani, kalpteki iman ile bilmenin (bilginin) mahiyetleri ayrıdır. Ancak bilgi, kalple tasdikin meydana gelmesinde önemli rol oynar. Zira cehalet de bazen inkârcılığın sebebi olabilmektedir.
Matüridî'ye göre hürriyet, iman ve küfrün varlık şartıdır. Yani iman ve küfür tercihle olur.
İman-amel İlişkisi
Genellikle ilmihal kitaplarında kullanılan amel kelimesi; "yapılan iş, fiil, bir kişinin dinin emirlerini yerine getirmesi için yaptıkları" anlamındadır. İmam Şafiî 'nin aksine Matüridî iman ile ameli birbirinden ayırır. Amelin imandan bir parça olması ve imanın artıp eksilmesi konusunda Matüridî, görüşlerini benimsediği Ebu Hanife 'ye uyar. Ebu Hanife ve Matüridî'ye göre iman ve amel ayrı şeylerdir. Çünkü bir ayette (Ve men yu'min b'illahi ve ya'mel salihen) "...Allah'a iman eden ve yararlı iş işleyen...(Talak Suresi/11)" buyruğuyla imanı amelden ayırmış, "yararlı iş işleyen" ifadesi "iman eden" ifadesinden ve ile ayrılmıştır. Ayette geçen imandan maksat, kalp ile tasdik’tir.
Matüridî'ye göre adam öldürmek, zina etmek, içki içmek... gibi büyük günahlar (günah-ı kebair) da mümini imandan çıkarmaz. Allah'a ve emirlerine-yasaklarına-inanan kimse bunlara uymaz, bunları uygulamazsa dinden çıkmaz, günahkâr olur. Günahkâr olan kimse tövbe ile kurtulabilir. Allah Kur'an-ı Kerîm'inde, "'Sizi yaratan O'dur, kiminiz inkârcı (kâfir), kiminiz mümindir. Ey inananlar! Mutluluğa ermeniz için hepiniz tövbe ederek Allah'ın hükmüne dönün" ayetleriyle müminlerin, işledikleri günahlardan tövbeyle affedileceklerini müjdeler. Yani, Allah'ın emirlerini uygulamayan veya uygulayamayan müminler günahkâr olurlar. Kâfirlik (küfr) ise yalanlamayla, inkârla olur.
Allah'ın Varlığı ve Bilinmesi
İslâm dininde iman esaslarının başında Allah 'a iman gelir. Mümin ; öncesi ve sonrası olmayan (ezelî ve ebedî), her şeyi yoktan var eden ve zât'ı, sıfatları ve fiilleri yönlerinden bir olan Allah'a imanla yükümlüdür.
Allah'ın varlığı, 'Birliği (tevhid), yaratıcılığı konusunda birçok ayetler vardır: (En'am suresi/101; Zumer suresi/62; Bakara suresi/117; Âl-i imran suresi/189; Maide suresi/18, 40, 120... gibi).
Allah'ın varlığı ve Birliği mantık kurallarıyla da (akılla) ispatlanabilir. Kâinattaki varlıkların hareketlerini düzenleyen, bir nizam ve âhenk içerisinde bulunmalarını ve her birinin ayrı ayrı ve diğerlerine zarar vermeksizin görev yapmalarını sağlayan, her şeyin üstünde bir varlık var ki, O da, eşi ve benzeri olmayan Yüce Tanrıdır.
Allah'ın zât'ına ve fiillerine ait sıfatları vardır ve bu sıfatlar Allah'ın Zât'ının aynı da değildir, gayrı da değildir. Allah'ın sıfatları sonradan yaratılmış da değildir.
Allah'ın Başka bir Kelime ile İfadesi
Allah'a, O'nu yaratılmış varlıklara benzetmeye götüren isim koymak uygun değildir. Çünkü O, Kur'an'da belirtildiği üzere hiçbir şeye benzemez. (Şûra suresi/11). Matüridî, "dengi ve benzeri bulunan bir şey çokluk statüsüne girer ve iki sayısı ile başlar. O'na nispet edilebilecek bütün yaratılmışlık kavramlarının ve nitelendirilebileceği bütün sıfatların, yaratılmışlara nispet edildiği ve nitelendirildiği takdirde anlaşılabilecek bir manâ ile Allah'a izafe edilmesi bâtıl olmuştur" der. Bu sebeple Allah'ın, yaratılmışlardan birini çağrıştıran bir isimle, kelimeyle anılması caiz değildir.
Allah'a "Şey" Denilebilir
Ebu Hanife gibi Matüridî de Allah'a Şey denilmesini câiz görür. Allah'a şey denmesini gerektiren sebep, cisimde mevcut olmadığı için bunu kullanmakta sakınca yoktur. Bunun iki yolla ispatlanması mümkündür: Birincisi, Kur'an 'da kendisi için şey kelimesini kullanmaktadır. (Bakınız: Şûra suresi/11; En'am suresi/19) Allah 'a şey denilmesi caiz olmasaydı ayetlerin bu kelimeyi Allah'a nispet etmemesi gerekirdi. İkincisi, aklî yoldur. Matüridî burada "örf açısından şey'iyyet başka değil, sadece varlık ifade (ispat) eden bir cisimdir... Sabit olmuştur ki bir varlığa şey nisbet etmek sadece onun zâtının varlığını ve yüceltilmesini ifade eder. Allah da buna lâyıktır." ifadelerini kullanır. Teftazanî Nesefi'nin Akaid'ine yazdığı şerhde bu konu ile ilgili açıklaması yer alır.
Ebu Hanife ise Fıkh-ı Ekber adlı adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şunları yazar: "Allahu Teâlâ ŞEY'dir. Ama eşya gibi bir şey değildir. Şey olmasının manâsı; cisimsiz, cevhersiz, arazsız, hadsiz, zıtsız, eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sabit olmaktır."
Ru'yetullah
Matüridî Ahiret'de Allah'ın görülebilirliğini, yani ru'yetullahı, savunmaktadır. Kitabındaki şu cümleyle konuya girer:
"Aziz ve celîl olan Rabbin görülmesi hakkındaki söz şundan ibarettir: Bize göre O'nun (Allah'ın) görülmesi gereklidir, haktır, ancak bu rü'yet idraksiz (yani sınırsız) ve tefsirsiz (yani bakanın karşısında olmaktan, belirli aralıkta olmaktan... münezzeh) olacaktır."
Bilgi, Akıl ve İrade Hürriyeti
Matüridî, Kitab üt-Tevhid'inde bilgi ve önemi üzerinde ısrarla durur. Farklı görüşlere karşı herkesin kendi görüşünün "doğruluğunu kanıtlayan karşı durulmaz bir delile sahip" olması gerekir. Akıl, bilgi edinilmesine kılavuzluk eder. Bilgi edinme yollarını Matüridî duyular, haberler (nakiller) ve akıl olarak belirler. O'na göre bilgi vehbî (kendiliğinden, doğuştan) olmaz; kesbî (sonradan kazanılan) dir. Doğru akıl yürütmeyle ortaya çıkan bilgi bir âdet-i ilâhiye 'dir. Allah insana akletme, aklını kullanma yeteneğini, diğer varlıklara bir üstünlük özelliği, temyiz gücü olarak bahşetmiştir. Yani insan eşref-i mahlûkat tır.
Allah'ın mutlak kudreti ile insan kudreti arasındaki ilişki konusu İslâm düşünürleri arasında farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, insanların eylemlerinde hür olup olmadıkları hep tartışıla gelmiştir. Hattâ Peygamber zamanında "kader" konusunu tartışanlara Peygamberin sinirlendiği ve bu konuda tartışmayı uygun görmediği (Sahih-i Buharî Kitab üt-Tefsir Bölümü, Hadis Nu.237) anlatılmaktadır. Ancak, insanoğlunun kafasını devamlı meşgul eden hürriyet meselesi onları arayışa sürüklemiştir. Bazıları olayların, eylemlerin insanların iradelerine bağlı olmayıp, Tanrı tarafından, önceden değişmez bir şekilde tespit edildiğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her şey Tanrı'nın emrine bağlıdır; insanın iradesi, çabası ile değiştirilemez. Kulların eylemleri (fiilleri) kendi iradelerine, isteklerine bağlı değil, ilâhî iradeye tâbidir. Daha açık ifade ile, insanların eylemleri (fiilleri) doğrudan doğruya Allah'ın fiilleridir. Böyle düşünen kişilere İslam Mezhepleri Tarihi'nde Cebriye adı verilmiştir. Tarihte bu anlayışın babası olarak Cehm b. Safvan (öl.746) gösterilir. Bunlara göre insanların yaptıkları ve yapacakları hiçbir şey kendi iradesi ile olmayıp, önceden takdir edilmiştir ve insanlar yapmaya mecburdurlar; yapıp yapmama hürriyetleri yoktur.
Cebriye mezhebi (fatalizm) karşısında bu mezheple taban tabana zıt görüşleri ileri süren bir grup oluştu. Bunlar da kulları, yani insanları kendi eylemlerinin halîkı yani "yaratıcısı" kabul ediyor ve Kaderiye Mezhebi ni savunuyorlardı. Başka bir ifade ile, Kaderiye'ye göre; insanın bütün eylemleri (fiilleri) Tanrı'nın iradesinden tamamen ayrı olarak sadece kendi iradesi ile meydana gelir. Konu (Mezhepler) ile ilgili tarihçilere göre bu mezhebin kurucuları Ma'bed el-Cühenî ve Geylân ed-Dımışkî'dir ve onlar insanın (yani kulun), Tanrı'nın dahli olmaksızın başlı başına ve hür olarak eylem (fiil) yaratacak kudrete sahip olduğunu iddia ederler.
Mutezile mezhebine göre Allah âdildir. Bunun gereği olarak insanlara irade (Bir şeyi yapıp yapmama güç ve tercihi) hürriyeti vermiştir. İnsan hürdür ve kendi eylemini(fiilini) kendi irade ve isteği doğrultusunda yapar.
Bütün bu değişik görüşler karşısında oluşan Ehl-i Sünnet mezheplerinden Selefiye bu konuları tartışmamayı yeğlediğinden, Eş'ariye ve Matüridîye mezhepleri görüş farklılıklarından doğan çelişkileri çözmeye çalışmışlardır.
Matüridî irade hürriyeti bakımından, insanı iradesiz robot olarak gören Cebriye ile, insanın eylemlerinde Allah'ın hiçbir etkisini kabul etmeyen Mutezile arasında üçüncü bir yol izler. Zira Matüridî bu bu konuda Kesb ve halk terimlerini kullanır. Halk, insanın kendi kudret ve isteği olmadan meydana gelen eylemlerdir. Refleksler, kalbin çalışması... gibi. Bir de insanın kendi iradesi ile seçtiği eylemlerin yaratılmasıdır. Kulun eylemine "halk" değil, "kesb" denilir. Allah'a ait eylem (fiil) de "kesb" değil, "halk"tır.
Şeriat, Tarikat, İbadet
Matüridiliğe göre din, Allah'ı bilmek ve O'na ibadet etmektir. Bütün Peygamberler, sadece Allah'ı bilmeye ve ibadeti de sadece Allah'a has kılmaya davet etmişlerdir. Yani, bütün Peygamberler Tevhid dinine mensupturlar. Hiç bir Peygamber kendinden önceki peygamberlerin dinini reddetmeyi emretmemişlerdir. Âdem'den bu yana bütün Peygamberler aynı dini fakat değişik şeriatı tebliğ etmişlerdir. Bu ifadelere delil olabilecek bir ayet-i kerime: "...Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin size verdiği şeylerde sizi sınamak istedi. Bunun için iyi işlerde yarışın.(Mâide suresi/48)"
Matüridi'nin görüşleri doğrultusunda din ile şeriatın farklılıklarını şöyle özetlenebilir:
a- Din'de Nasih-Mensuh cereyan etmez. Ama şeriatta Nesh yani Hükümsüz Kılma mümkündür. Bütün peygamberler, kendilerinden önceki peygamberlerin akait esaslarını (yani dinlerini) tasdik etmişler, fakat ibadet, ahlâk ve haram-helâl gibi hususlarla ilgili farklı emirler getirmişlerdir.
b- Din, kalbin ve inancın fiilidir. Şeriat ise organların fiili (eylemi)dir.
c- Dinin yargı kalıplarıyla şeriatın yargı kalıpları farklıdır.
d- Şeriat (yani dini hükümler ve ibadetler) dinden parça değildir.
e- Dinin kaynağı akıl, şeriatın kaynağı ise; duyma, işitmedir.
f- Aklı yerinde olan bir kimse dinde mazeret ileri süremez.
Matüridî, tasavvuf ve tasavvufun kurumsallaşmış teşkilâtı olan tarikatlara mesafelidir. Bu, duygusal değil ilmî bir tavır alıştır. Zira Matüridî, tasavvufun ahlâkiliğini; İslamın, imanın, marifetin bulunduğu yer olarak Akaid Risalesi'inde, göğüs, gönül, yürek, kalp... olduğunu kabul eder. Ancak Matüridî'nin mesafeli duruşu bilgi kaynakları yönündendir.
Matüridî'ye göre İbadetler
Yüce Allah insanlara iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt etme gücü (temyiz kabiliyeti), aklını kullanabilme gücü vermiştir. Allah, aklı olanları dinî yönden mükellef (sorumlu) kılmış olup, aklı olmayanlar "İlâhî emrin sorumluluğu dışındadırlar." Akıl sahipleri akıllarını kullanmak suretiyle yaratıcı ve tek olan Tanrı'yı bulmak ve bilmek zorundadırlar. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi Şeriat'ı ve Şeriat'ın bir bölümü olan ibâdetlerin ne şekilde yapılacaklarını akıllarıyla belirleyemezler. Bunları ancak peygamberler vasıtası ile öğrenebilirler.
Matüridî, amel ile imanı ayrı tutar ve amel ile imanın ayrı şeyler olduğunu savunur. O’na göre, iman etmek mutlaka ibadet etmeyi gerektirmez.

Ne Mutlu - Özellikle - Türküm Diyene

AB, “Ne Mutlu Türküm Diyene” cümlesinin ırkçı olduğu iddiasıyla kaldırılmasını istemiş.
Bu cümle aslında kanun karşısında herkesin bir ve eşit olduğunu vurgular; Osmanlı döneminde halk, Müslüman ve Hıristiyanlar yani, azınlık diye ikiye ayrılıyordu, Türkiye Cumhuriyeti bu ikilemi reddetmiş ve herkesin Türk vatandaşı olduğunu kabul etmişti. Atatürk 10’ncu yıl nutkunda Ne Mutlu Türküm diye haykırdığında bu durumu dile getirmişti; zaman içinde olayları izleyelim.
Ben, Cumhuriyet’in ilk kuşaklarındanım. İlkokulu İzmir’de okudum. Bu yıllarda, henüz Osmanlı imparatorluğunun kalıntıları süregeliyordu.
1300’lerde bir İslâm devleti olarak kurulan bu imparatorlukta
Vatandaş kavramı yoktu, teb’a kavramı vardı; yani, herkes Sultan’a tâbi idi.
Bu da, - İslâm devleti gereği- İmparatorluk topraklarında yaşayanların
Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılmasını gerektiriyordu. Müslüman olmayanlar AZINLIK statükosunda bulunuyorlardı.
İşte, Batılılar bu azınlığı oluşturan kişilerden
İmparatorluğu parçalamak,
Türkleri Anadolu’da etkisiz hâle getirmek ya da Orta Asya’ya sürmek için
faydalanma becerilerini geniş bir şekilde kullanmışlardı.
Azınlığa, Hıristiyan ve Musevî teb’aya,
İtalyan, Fransız, Belçika, İsviçre vb pasaportları vererek,
İmparatorluk içinde devlet kurmuşlardı. Yaşadığım bir örneği verebilirim: diplomasını aldığım bir okulda, Türkiye’de doğmuş ve fakat İtalyan pasaportuyla yaşamış ve 1960’larda emekli olunca İtalya’ya gitmiş ve orada ölmüş olan bir öğretmen vardı.
Bu tür kişiler, imparatorluğa karşı herhangi bir harekette bulunduklarında örneğin, eli silâhlı başkaldırmalar, düşmanla işbirliğine girişip katil suçları işleyenler, pasaportlarına sarılıp ilgili devletlerin himayesini elde ediyorlardı.
İmparatorluğun iç işlerine rahatça karışabilmek için bu tür olaylar, Batılılar için en geniş şekilde istifade edebilecekleri, sabırla bekledikleri birer fırsat idiler...
Ayrıca bu kişiler – genel olarak- koskoca bir İmparatorluğu küçük görmeyi de öğrenmişlerdi; kulağımla duydum, evimize gelen bir büyük ticarî kuruluşun müdürü babamla Fransızca konuşurdu. Türkçesi çok bozuktu, babam, neden Türkçe öğrenmiyorsunuz diye sorduğunda;
“Türkçe lüzumsuz bir dil, uluslararası hiç bir değeri yok niye öğreneyim”, diyebilmişti.

Büyük bir olasılıkla - tarihte ZÜMRAN adıyla- bir Ön-Ata şehri olan (Rus kaynakları)
İzmir, İmparatorluktan koparılmıştı, adı Gâvur İzmir olmuştu, sokaklarında Rumca, Giritlice, Fransızca biraz da İngilizce ve Almanca konuşulurdu… (ana tarafım İzmir’dendir).
Atatürk, İmparatorluğun bu zayıf ve hasta tarafını Cumhuriyet ve vatandaş kavramıyla yok etmişti; bugün herkes kanun karşısında eşittir.
Ülkemizde herkes Türk vatandaşıdır. Aynı toprakta doğup, bu toprağın nimetlerinden faydalanıp aynı toprakta ölüyoruz.
TBMM tüm vatandaşlara, Kürt, Çeçen, Lâz, Gürcü, Ermeni, Musevî, Katolik, Ortodoks (*) tümüne açıktır... Hepsi istedikleri işi tutabilir, istediği yerde çalışırlar.
Hepimiz, Türk bayrağı altında Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında eşitiz.
Atatürk 10’ncu yıl nutkunda “Az zamanda büyük işler başardık” dediğinde
vatandaşlar arasında her hangi bir ayırım yapmamıştır, düşünmemiştir, ülkemizi hep beraber kurduk biz, bir bütünüz demiştir.
Bu nedenle,
Birlik ve beraberliğimizi çok güzel ifade eden, bu vatan hepimizindir anlamına, NE MUTLU TÜRKÜM DİYE, dünyaya haykırmıştı.
Bu aynı zamanda, Batılılara, beni rahat bırak, bizde azınlık yoktur, artık ülkemden ELİNİ ÇEK demektir… Nedeni olduğun kan ve gözyaşı dinmelidir…
ABD, vatandaşına,
(Portoriko’lu, İrlanda’lı, Polonya’lı, Çinl’li vb…)
Okula başladığında, ona önce,
I AM AMERICAN demesini öğretir.
Hatırlayalım…

Atatürk'ün Türk Tarih Tezi

Selçuk Üniversitesi tarafından 11 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen Atatürk'ü Anlamak konulu panelde bildiri olarak sunulmuştur.
Tarih, milletlerin hafızasıdır. Milletler, tarih içerisinde teşekkül ederler ve tarih şuuru sayesinde varlıklarını devam ettirirler. Tarih şuuru, tarihin akışı hakkında belli bir görüş sahibi olmak demektir. İnsan tarih olaylarını manalı bir bütün içindeki parçalar halinde gördüğü anda tarih şuuru kazanmış olur.[1] Bu şuurdan mahrum olan milletler, millî birlik ve beraberliğini de koruyamazlar. Millî birliğini tesis edememiş milletlerin yaşaması mümkün değildir.
Tarihe baktığımız zaman, tarih şuuru, dolayısıyla da millî şuurun zayıf olduğu dönemlerde hem siyasî hem de sosyal alanda meselelerin hat safhaya çıktığını görüyoruz. Tarih şuuru olmayan aydın ve devlet ricali varlık sebebi olan milletine yabancılaşmış, başka kültürlerin, dolayısıyla milletlerin etkisine girmiş, kendine güven duygusunu kaybetmiştir. Kendine güven duygusunu kaybeden aydının milletine hizmet etmesi, yol göstermesi mümkün değildir.
Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk'e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.
Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi'nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi'ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Türklerin sarı ırktan oldukları, dolayısıyla Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılmaları gerektiği,
2.Türklerin medenî kabiliyetten mahrum oldukları, dolayısıyla medeniyet düşmanı oldukları,
3.Türklerin yaşadıkları toprakların kendilerine ait olmadığı iddialarıdır. [2]
Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar'dan, daha sonra da Türkiye'den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini, Türkler'in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır sözleriyle ortaya koymuştur. [3]
Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. " Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamızdır. Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır !"[4] diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk'ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir.
Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak.
İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak.
Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.
Bu üç hususu ise Atatürk "tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır" şeklinde ifade etmiştir.[5]
Atatürk'ün, Türk Tarih Tezinde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz:
1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya'dır.
2. Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya'dır.
3. Anayurtları olan Orta Asya'dan değişik sebeplerle göç eden Türkler böylece dünyaya medeniyeti yaymışlardır.
4. Anadolu'nun ilk yerli halkları da Türklerdir, dolayısıyla buranın ilk sahipleri Türklerdir.
5. Türklerin İslâm Medeniyetine katkıları araştırılmalıdır.
6. Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili iddialar araştırılmalı, gerçek ortaya çıkarılmalıdır.
Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir.
Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi'nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara'da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur.
Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır." [6]
Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.[7]
Sonuç olarak, Atatürk, Türk milletine millî bir heyecan verip onu haysiyet ve vakarına kavuştururken, uyguladığı, inkılâpların yanında, bir millî tarih şuuru da vermeyi bilmiştir.[8] Bugün de hepimize düşen görev, her Türk gencinin tarih şuuru ile yetişip, mensup olduğu milletine ve kendisine güven duymasını sağlamaktır.
DİPNOTLAR / Kaynakça
[1] Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ankara 1980, s. 59
[2] Azmi Süslü, Atatürk ve Tarih, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1998, s. 137
[3] Süslü, a.g.m, s. 136
[4] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C.II, 4. bas. Ankara 1989, s. 319
[5] Süslü, a.g.m, s. 145
[6] Utkan Kocatürk, Atatürk, Ankara 1987, s. 169
[7] Atatürkçülük III, Genelkurmay Başkanlığı, İstanbul 1998, s. 146
[8] Mücteba İlgürel, Atatürk ve Osmanlı Tarihi, Yusuf Hikmet Bayur'a Armağan, TTK, Ankara 1985, s. 241
"Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve bana taan edenler çıkabilir. Hatta bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki, bu fikirler, Hind'den, Mısır'dan döner, dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur!"

16 Ekim 2010 Cumartesi

TÜRKLÜK DUASI

TÜRKLÜK DUASI
(OĞUZ KAĞAN)

ULU TANRI!
GÜZEL TANRI!
GÖK TANRI!
Sen Türk'ü, Türk yurtlarını koru! Düşman şerrinden sakla! TÜRK’Ü yiğitlikte daim et! TÜRK’Ü erlik davasıyla yaşat! TÜRK’Ü gerçekçi yap! TÜRK’ÜN gönlüne her şeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'LÜK sevgisini koy! TÜRK’Ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat... Yapmaya çalışsınlar! Törelerini canları gibi saklat! TÜRK’E zevk ve rahat verme! Bilakis zahmete alıştır! Zahmetle yürekleri, bedenleri demir olsun! Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti verirsin! TÜRK’Ü faal, cevval edersin. TÜRK’E değişmez bir seciye ver! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün!
ULU TANRI!
Milli kuvvet, namus, ahlak, azim, sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu, yurtseverlik, ilim, sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile hâsıl olduğundan; TÜRK’E bunları ver! TÜRK'TEN hırsız, namussuz türerse hemen kahret! TÜRK’E benlik, hem de yüksek bir benlik ver! TÜRK nefsine itimat sahibi olsun! TÜRK’Ü muhakemeli, ciddi adam olarak yarat! Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın! Birden barut gibi parlamasın! Daima soğukkanlı olsun! TÜRK’Ü her milletten cesur yarat! Öç almayı TÜRK asla unutmasın!
ULU TANRI!
Namussuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık daha iyi! Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et! TÜRK herşeyi mukayese etsin! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere bırakma onu! Sabırlı, derde dayanıklı olsun! İradesi çelik gibi olsun! Dönek TÜRK yaratma! TÜRK'LERİ maymun iştahlı yapma! TÜRK daima ihtiyatla adım atsın! Kimsenin tatlı diline inanmasın! Kimseye emniyet olmasın! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet olduğundan,
TANRI,
Sen TÜRK’Ü çalışkan et! TÜRK’ÜN ömrü çalışma ile geçsin! Ona daima çalışma aşkı ver! Hele elbirliği ile çalışmayı alet etsin! Tembel TÜRK’Ü hemen öldür! TÜRK’E her milletinkinden üstün zekâ ver! Zekâ ve çalışma; ikisi bir arada olunca TÜRK’ÜN önünde durulmaz! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakârlık ve sebat lazım olduğundan TÜRK'LERİ ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl!
TANRI,
TÜRK'LERİ sen kendi elinle birleştir ve her şeyden evvel ruhları birleşsin! Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et! TÜRK’Ü töresine sadık kıl.
TANRI!
TÜRK budunu: Biliniz ki atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı ve saklasın!
ULU TANRI!
Türk milletini lafçı değil, elinden iş gelir insanlar et! Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlere sok!
GÜZEL TANRI!
Sana hepsinden çok yalvardığım şudur: TÜRK’Ü dalkavukluktan kurtar! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru! TÜRK’E kötü para hırsı verme! Dalkavukları yok et!
AMAN TANRI!
TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel koru! TÜRK toprağında hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey hüküm sürmesin! Sen TÜRK’E tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki fakirlik suç sayılsın!
Acunu (Dünyayı) Yaratan Yüce TANRI!
TÜRK’E insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür. İnsanların insaniyet dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti gören olmadı.
TANRI,
TÜRK’E sağlam, sürekli irade ver! Güçlüklerde, sabrını, tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır! Ona esas seciye olarak vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver! Mesuliyeti TÜRK yurdundan eksik etme! En büyük kuvvetin TÜRKLÜK aşı olduğunu TÜRK’E öğret!
TANRI!
TÜRKÇE konuşulan, TÜRK’E yurtluk etmiş olan yerleri kıyamete kadar TÜRK’ÜN hükmü altında bırak!
YÜCE ALLAH TÜRK'Ü KORUSUN!

"Ş" HARFİNİN HİKAYESİ

Ş HARFİ NASIL ORTAYA ÇIKTI
Türkiye Cumhuriyeti ilanında 30 yaşında olup tarihe meraklı babası Koca Ağa Oğlu Hakkı Efendi’den (Ölümü 1926) kalan büyük kütüphane ve ilme ve bilme duyduğu ilgi sayesinde kendi kendisini oldukça iyi yetiştirmiş olan dedem (annemin babası) Cevat Hakkı Tarım (1893-1964) Cumhuriyetin kültürel, siyasi gelişimine katkı sağlamak için son gününe kadar canla başla çalışmıştı. İlk eşi de meşhur politikacı Osman Bölükbaşı’nın halası idi.
Kırşehir’de tarih ve coğrafya, beden eğitimi hocalığı yapmış, Kırşehir gazetesini uzun yıllar çıkartmış, Kırşehir Ansiklopedisi, Kırşehir Tarihi (Kırşehri-Gülşehri-Babiler-Bektaşiler-Ahiler..1949) gibi bir çok temel eserler vermiş sayısız makaleler yazmış, Kırşehir Belediye Başkanlığı yapmış Cumhuriyet devrimlerini bütün kalbiyle destekleyen idealist bir aydındı.
Cevat Hakkı Tarım İlk defa Atatürk ile 24 Aralık 1919’da Kırşehir’de karşılaşmış henüz 26 yaşında olmasına rağmen Kırşehir Gençler Derneği temsilcisi sıfatıyla Atatürk’e hitaben Kurtuluş Mücadelesini destekleyen bir konuşma yapmıştı. Atatürk bu konuşma karşısında ‘Milletin her köşesi böyle düşünen, gelişime açık tarzda yetiştirilmiş (eğitilmiş) olsaydı bu duruma düşmüş olmayacaktık’ diye biten bir konuşma yapmıştı. Cevat Hakkı Tarım İkinci kez Atatürk ile bu olaydan dokuz sene sonra karşılaşacaktı.
Atatürk 1928 yılının Ağustos ayında yaptığı harf devriminin hemen arkasından 14 Eylül 1928’de Sinop, Samsun, Amasya ve Kayseri’yi kapsayan bir yurt gezisine çıkmıştı. Uğradığı yerlerde halkın ileri gelenlerinin, eğitimcilerin yeni Türk alfabesini ne ölçüde kavradıklarını ve benimsediklerini anlamak için bu konularda çeşitli fikir alışverişlerinde bulunuyordu.
Atatürk bu seyahati sonunda trenle Ankara’ya dönüşünde 20 Eylül 1928 günü Kırşehir yakınlarındaki Yerköy tren istasyonuna gece yarısı birkaç saatliğine uğrar. Bu ziyareti haber alan Kırşehir halkının ileri gelenleri başta Cevat Hakkı Tarım ve eğitimci Ömer Aydın olmak üzere çoğunluğu yanlarına eşlerini de alarak Atatürk’ü Yerköy istasyonunda karşılamaya giderler.
Atatürk bu karşılamadan oldukça memnun olur. Tren istasyonu salonuna girince oradaki ilan tahtası olarak kullanılan kara tahta üzerinde imtihan yapmak için tebeşir ister. Atatürk önce tahtaya Ortaokul müdürü Ömer Aydın’ı davet eder. Ondan yeni harflerle söylediği şeyleri yazmasını ister Ömer Aydın’ın bunları başarıyla yazdığını ayrıca orda bulunan bayan öğretmenlerden Naciye genç, Nesibe Gönendik’in de yeni harfleri iyi bildiklerini görünce şöyle der;
‘İşte hocam biz harf devrimini i dilimizi Arap’ın, Acem’in (Farsçanın) hakimiyetinden kurtarmak için yaptık. Şimdi biz buna insanın düşüncesi diyebiliriz.’ Der
İmtihan bittikten sonra Atatürk yeni harflerin uygulamasında okuma ve yazmayı güçleştiren şekiller bulunup bulunmadığını sorması üzerine, kara tahtanın yanında ayakta bekleyen Cevat Hakkı Tarım Latin harflerle yazılan Türkçe imla kurallarının bir kısmının daha anlaşılır olmasına dikkat çeker ve izinle şöyle der;
-Paşam bilhassa bağlama, istifham (soruya ait) edatı olan, mu, mü, mı, mi.. ve rabıt, rabıta (bitirici, bağlayıcı) edatı olan ki ile zarf edatı olan ki ile dahil manasına gelen de-da gibi edatların yazılışında harfleri yeni öğrenmeye başlayanların aralarındaki incelikleri ayırt edemediklerini bunların bir standarda kavuşması gerekiyor’ diyerek kara tahtada örnekler vererek izah eder.
Bu arada Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı İçöz Fransızca’da olduğu gibi ‘Q’ Harfinin niçin kabul edilmediğini Atatürk’e sorar. Atatürk’ün cevap vermede bir süre tereddüt etmesinden cesaret alan Cevat Hakkı Tarım şöyle der;
-Kamil, katil, gaip, gar, gardiyan, … gibi yabancı menşeli kelimeleri Türkçeleştirmek için. Cevat Hakkı Tarım’ın bu cevabı üzerine Atatürk gülerek ‘evet doğru’ diyerek Cevat Hakkı Tarım’ı onaylar. (1)
Atatürk beş saat süren bu imtihan ve mülakattan sonra tam gitmeye hazırlanırken başka sorusu ve önerisi olan var mı diye son defa sorunca, tekrar Cevat Hakkı Tarım ‘Paşam iki konuda daha ricam olacak’ der. Atatürk ‘söyle evlat’ der. ‘Paşam Milli Mücadelenin gazetesi Hakimiyet-i Milliye gazetesi (2) hala Arapça harflerle çıkıyor, halk gerçekten yeni harfleri öğrenmek istiyor. Hakimiyet-i Milliye gazetesini bir an önce yeni harflerle çıkarılmasını rica ediyorum.
İkinci ricam da şu; Yeni Latin alfabede Ş sesini Fransızcadaki gibi CH yazarak veriyoruz. Bu karışıklığa sebep oluyor. Biz S harfinin altına bir virgül koyarak bunu Ş olarak okursak bu halk için çok daha kolay olacak.’ Der. Bunun üzerine Atatürk yanındaki Saffet Arıkan’a dönerek bunları not al der. Bu olaydan sonra çıkan ilk Hakimiyet-i Milliye gazetesi Latin harflerle çıktığı gibi başta Ş harfi değişikliği olmak zere Cevat Hakkı Tarım’ın bir çok önerisi ile Türk alfabesi ve yazım kuralına yenilikler getirilir. Muhtemelen C harfine kuyruk eklenerek alfabeye Ç harfi eklenmesi bu öneriye bağlı olarak yapılmıştı.
Bu makale vesilesiyle Türk tarihinin perde arkasında kalmış bugüne kadar bilinmeyen diğer bir gerçeğini de sizinle paylaşmış oluyoruz.
(1)Q harfinin Türk alfabesine girmemesi konusunda Atatürk’ün yakın dostu gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın bir anısı vardır. Bunu Çankaya adlı eserinden öğrenebilirsiniz. 1928 yılı Haziran ayında Latin harflerini Türkçeye uyarlamak için hazırlanan raporu Atatürk’e götürmek Fatih Rıfkı Atay’a düşer. Bu ön hazırlık raporunda bugün alfabede olmayan Q harfi vardı. Atatürk bile o dönemde Latince harflerle Türkçe'yi büyük harflerle yazmaya alışamamış küçük harflerle yazıyordu. Kendi İsmi Kemal’i küçük q harfiyle yazmış beğenmemişti. Falih Rıfkı’da Q harfinin Türk alfabesine alınmaması fikrinde bir öneri getirmiş ve bu öneri böylece kabul edilmişti.
(2)Hakimiyet-i Milliye Cumhuriyet ilanından sonra dönemin bir nevi Resmi gazetesi gibi idi. ilk olarak 10 Ocak 1920'de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara'da yayımlanmıştı... Adı daha sonra Ulus şeklinde değiştirilmiştir... Adının Ulus olma sebebi ise ulusa yönelik bir yayın olmasıydı.

ÖRTÜNME

ÖRTÜNME
Onlar kendi fikirlerini, Allah’ın ayetlerini unutturarak kabul ettirmeye çalışıyor! Ancak ‘’gerçeklerin üzerini örtenler’’ istemese de, Allah vahyini tamamlamaktan başka bir şey istemiyor. (Tevbe Suresi 32. Ayet)
Bir türban polemiğidir sürüyor. Ne zaman bazı şeyler olgunlaştırılma aşamasına gelse, muhakkak öne atılan polemik aynıdır. Türban!
Ben bu makalede, türban vardır ya da yoktur gibi bir konuyu tartışmayacağım. Bu konunun klasik günden perspektifinden analizini de sunmayacağım. Meseleyi, İslam ya da Laiklik çerçevesinden de irdelemeyeceğim.
Türkiye’de dini bir sorun var. Ancak; tahmin edildiği gibi bir sorun değil. Bu sorunun genel adı: dini algılama sorunu…
Din, Hocaefendilerin tükürüğüne entegre edildiği sürece, Kuran ve Muhammedi tutum ile bütünleşmeyecektir.
Ve Yüce Allah bizleri uyarıyor;
(MÂİDE suresi 77. ayet) De ki: "Ey Ehlikitap! Dininizde azgınlık edip hak dışına çıkarak aşırılığa gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve yolun denge noktasından uzağa düşmüş bir topluluğun keyiflerine uymayın."
Bu ülkede din sorunu varsa; bu Abdestli Kapitalizm nedeni iledir…
Tesettür, örtünme ve benzeri konular, asırlardır ‘’tartışılan’’, hiçbir icma (birlik) tarafından kabul edilmiş bir görüş değildir. Hatta mezhep imamlarının dahi (hiçbir hüküm yetkileri yok iken) ortaya koyduğu görüş; bu simgelerin dinsel olmadığı hususundadır.
Kuran’ın dininde Türban; don bezinden daha kutsal değildir!
Kuran, diyalektik yapısını; iffet noktasında "genel ahlak prensipleri çerçevesinde sürdürülen yaşam’’ olarak tanımlar. Yani, sahip çıkılması gereken "başörtüsü değil, don bezidir.’’
Dinin öncelikleri arasında böyle bir şey yoktur. Din; "La ilahe illallah’’ çıkışı ile başlayan bir olgudur ki; bundan yoksun olanların "şekil bağımlısı olacağı açık biçimde vurgulanır.’’
Yani Allah’ın sosyo ekonomik sıfatı olan Rabb sıfatının farkındalığına erişilmeksizin, böyle bir dinsel özgürlük talebinde bulunmak ile; ilkokul çocuğunun "Lineer Cebir’’ öğrenme talebinde bulunması aynıdır.
Ancak, aynı çocuk; Lineer Cebir denklemlerine yöneldiğinde, muhtemel netice; kendisini dinleyenlerin "ilgili cebirsel işlemleri’’ yanlış yorumlayacağıdır.
Tıpkı günümüzde uzatılan örtünme polemiklerinde söz alan "bilgisiz cahiller’’ gibi…
Şunu belirtmek istiyorum; bu konuda ısrarcı olanlar; yani bunun dini bir gereklilik olduğunu iddia edenler, önce "Kuran’ı okusunlar’’.
Kuran’ın tek bir ayetinden dahi haberdar olmayanların, sırf "Liberal Özgürlüklere’’ kapı açabilmek için uydurduğu saçmalıkları dinselleştirmek, Kuran’ın diliyle "küfürdür.’’
Kuran’ı kendi dilinden okuma gayretim ve tarihe olan hakimiyetim ile şunu açık biçimde yinelemek isterim;
Kara lastikle okula giden kızların olduğu bir ülkede; lüks arabada gezen türbanlının örtüsü "dinin savunduğu bir unsur değildir’’. Aksine, dine göre; o türbanlı "kara lastikli kızın katilidir.’’
Değerli arkadaşlar;
Bir ülkede Din ve Felsefe üzerine geniş çaplı tartışmalar yapmak için, bazı koşulların gerçekleşmesi gerekir. Bunlardan birisi; Kuran’ın önerdiği ideal ticarettir…
Ticaret, "te’ca’r’’ biçiminde, "ca’r’’ kökünden türemiş bir kelimedir. Manası elden ele dolaşan demektir.
Hatta bu kökten türeyen "cariye’’ kelimesi, elden ele dolaşan kadın manasına gelir.
Ticaret ise; emeğin doğrudan sermayeye, ve onun yine salt emeğe dönüşmesi demektir. Belki çok eleştirilecek ama şunu söylemek mümkündür;

Bu denklem, Marks’ın Kapital’de teorize ettiği; Mal-Para-Mal denkleminin aynısıdır. Hatta Kuran’ın ticaret kelimesinin Kapital’de ki tam karşılığı "distribute’’dir.
Yani, emek merkezli bir toplumdan bahsetmek gerekir. Dinin temel çıkışı budur.
Bunun bir diğer ismi "Fekku Ragabe’’dir.
Yani; boyunduruk altındakilere özgürlük.
Bu; dinin ilk emridir!
Kredi kartı mağdurları, emperyalizmin mağdurları, mazlumlar; Fakku kalıbının dairesine girmektedir. Yani dinin ilk önceliği; Kapitalist müdahaleyi kırmaktır…
Ancak Emevi şahsiyetsizliğinin ürünü olan; Abdestli Kapitalizm’in dinine göre; temel öncelikler, nüsuk ve şekillerdir. Çünkü onların tanrısı; Göklerde oturan bir Tanrıdır.
Onların dininde hüküm koyucu Kuran değildir. Kuran’ın okunmasını engelleyen gelenekler ve uydurma hadislerdir. Onlara göre din; salt bir kural yığınıdır…
Kuran’a göre ise; din, özgürlük ve bağımsızlıktır.
Yaşıtları açlıktan ölürken, başındaki örtüyü salt bir sorun olarak algılayıp bunun için mücadele edenleri kınamak gerek…
Mücadele, dinin temel öncelikleri için ise, bu anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü; toplumların genel dinamiği, içinde bulundukları maddi ve manevi psikoloji ile tahlil edilebilir.
Bu bağlamda; Kuran’ın ana önceliklerini bertaraf ederek, şekil ve sembolleri kutsamak ve bunun üzerinden siyaset yapmak; bilindik bir ortaçağ tuzağıdır. Bu tuzağı üretenler ile tuzağa düşenler; bir arada ızdıraba mazhar olacaklardır.
Çünkü, toplum ve tarih vicdanında mutlak bir mağlubiyet ile anıldıkları aşikardır.
Efendim; Nur Suresi 31 ve Ahzab Suresi 59’dan yoksun yazdığım bu makalenin sonuna; konjonktürel birkaç cümle ekleyeyim;
Kuran’ın Nur suresinde ki 31. ayette kasıt edilen örtü; "herhangi özel bir yere ait" örtü değildir.
Çeviri: örtülerini göğüslere salsınlar biçiminde olmalıdır. Çünkü ilgili kelime "humurihiyne’’ biçimindedir. Başı niteleyen "res’’ vurgusu yoktur. Eğer Allah başörtüsünü murad etseydi; "humurrues’’ demeliydi…
Ancak, ilgili kelime aynı zamanda "şarap manasına gelen’’ bir kelime ile aynı kökten türer. Dolayısı ile; sarhoşluğun başa olan etkisi göz önüne alındığında; baş kasıt edilmiş olabilir diyebilmekteyiz.
İşte, Kuran’ın mucizeyi perspektifi budur. Bu ayetten anlaşılması gereken şey başın değil; göğüslerin örtülmesidir. Başını örten örter, örtmeyen örtmez. Din indinde iki durum arasında fark yoktur. Örtmemek farz değildir, örtmek farz değildir. İşte Kuran semantiği budur… Aksini iddia eden varsa hodri meydan!
Ayetin tam çevirisi şöyledir;
Allah’tan emin olan kadınlara söyle: Karşı cinsi yanlış düşüncelere sevk edecek eylemlerden kaçınsınlar. Namus ve şahsiyetlerini korusunlar. Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. (Nur 31)
Anlayabilen bir toplum için…

HABAD TARİKATI

HABAD TARİKATI
İsrail’le yaşanan gerilimin ardından İstanbul’da düzenlenen Saadet Partisi mitinginde bir grup Hasidik din adamı vardı. Peki, İstanbul’da İslamcı bir partinin gösterisinde gördüğümüz bu kişiler kimlerdi?
İsterseniz size İstanbul’da yaşayan Hasidikler’den olan Mendel Chitrik’ten söz edelim.
Chitrik esas olarak HABAD Hasidikleri’nin üyesidir.
Ashkenaz Havrası’nın baş hahamıdır.
Yahudi cemaati, Chitrik’i sünnetçi olarak Türkiye’ye getirdi. Ancak Mendel Chitrik bugüne kadar bir kez bile sünnet yapmadı.
Türkiye’de oturma izni alan Chitrik, haham olarak göreve başladı.
Chitrik’in üyesi olduğu Habad teşkilatının amacı, Museviler’i Ortodoks bir inanca dönüştürmektir. Araç olarak ise önce çocukları dönüştürmeyi hedeflemektedirler. Önce çocukları örgütleyen Habadlar, bu sayede çocuklar üzerinden ailelerinin içerisine girmektedir.
Çocuklar ailelerine Habad’ın öğrettiklerine uymaları için baskı yapmaktadır. Aile içinde günde üç kere ibadet etme ve kasher (Museviliğe göre helal) yemek yemeleri için baskı yapmakta, düzenli olarak havraya gitmeleri ve dua etmeleri için ısrarlı taleplerde bulunmaktadır.
Aileler çocuklarıyla bu nedenle karşı karşıya gelirken karşılarında iki seçenek bulunmaktadır:
1- Ya çocuklarına karşı gelerek kaybederler. Çocuklar Habad himayesine girip Amerika’ya dini okullara götürülür.
2- Ya da çocuklarının taleplerine boyun eğerler.
İşte Habad tarikatı, bu sayede çocuklar üzerinden aileleri kendilerine katmaya çalışmaktadır. Tıpkı Türkiye’de dersaneler, eğitim kurumları ile insanları kendi cemaatlerine katmaya çalışan İslami cemaatler gibi.
Habadlar, bir misyonerlik faaliyeti gerçekleştirmektedirler. Bunu yaparken de Türkiye’deki İslamcı kesim ile yakınlaşmaktadırlar. Misyonerlere kötü davranan İslamcılar ise Habadlar’a karışmamaktadırlar.
Özellikle Türkiye’de dinci olmayan ailelerin çocuklarını hedefleyen bu oluşumdan dini pencereden bakmayan İstanbul Yahudiler’i de rahatsızdır. Ancak Habadlar’ın İstanbul’daki gücü nedeniyle Hahambaşı dahi Chitrik’ten çekinmektedir.
Peki, Mendel Chitrik denilen kişi İstanbul’da nasıl geçiniyor?
Yaşamını nasıl devam ettiriyor?
Öyleyse şöyle söyleyelim, Chitrik’in bağlantılı olduğu cemaat kendisine ABD’den düzenli olarak para göndermektedir.
İşte İslamcı kesimle kolkola olan bu kesim, esasında görebileceğiniz en katı ve radikal Musevi öğretilerine sahip bir topluluktur...
Bu kişiyi, Türkiye’ye neden getirdiklerini İstanbul Yahudi Cemaati’ne defalarca sormama rağmen hiçbir cevap alamadım.
Hahambaşı Haleva’ya sorduğumda aldığım cevap kısaca “sana ne” oldu.
Sabah Gazetesi’ne verdiği röportajında havraya gitmeyenler için “bunları ahıra bağlasanız eşeklere ayıp olur” diyen Hahambaşı Haleva, Habad tarikatının Türkiye’de olmasından sorumludur.

UYGARLIĞA İSLAM'IN KATKISI

İSLAM'IN UYGARLIĞA KATKISI OLDU MU?
Uygarlık, eski Yunan/Grek mucizesi mi?
Avrupa merkezli anlayışa göre; bilimin temeli eski Yunan’da atıldı ve 16’ıncı yüzyıldan sonra Avrupa’da doruğa çıktı.
Hayır, bu Batı’nın, Doğu’yu dikkate almayan -bilim dışı- hurafesidir.
Sümer, Babil, Asur, Mısır, Hint, Çin, Türk, Arap vb. kültürlerin uygarlığa hiçbir katkısı olmadı mı?
Olur mu öyle şey; biliyoruz ki, uygarlık binlerce yıllık bir süreç sonucu bin bir kaynaktan beslenerek gerçekleşir. Batı uygarlığının temelinde nasıl eski Yunan varsa Doğu da vardır.
Örneğin İslam’ın uygarlığa katkıları görmezlikten gelinerek tarih yazılabilir mi?
Bağdat, Endülüs, Sicilya, Şam, Semerkant, Horasan, Kahire, Herat gibi İslam’ın bilim merkezleri inkâr edilebilir mi? Bilimsel ve teknolojik birçok buluş, keşif buradan Batı’ya gitmemiş midir?
El Kindi (801?-866?), Razi (865-925), Farabi (870-950), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274) ve yüzlerce Müslüman düşün adamı/filozof nasıl görmezlikten gelinebilir?
Batılılar, Eflatun’u bile Müslümanlardan öğrenmediler mi? Eski Yunan bilimini yeniden düşünen ve ona özgün katkılar yapan Müslüman âlimler yok sayılabilir mi?
Rönesans ortalarına kadar Avrupa’da yazılmış bütün aritmetik kitaplarının kaynağı Harezmi’nin (780-850) “Hesab-ı Hindi”si değil mi?
Ondalık kesirler sistemini Gıyaseddin Cemşid’ten (1380-1437) öğrenmediler mi?
Trigonometriyi bütün esaslarıyla Ebu’l Vefa Buzcani (940-998) yeniden kurmadı mı?
Matematikte devrim yaratan “sıfır”ı 976’da Muhammed bin Ahmed keşfetmedi mi?
Örnekler bu sayfaya sığmaz.
Batı, simyadan bilimsel kimyaya geçilmesini Müslümanlara borçludur. Evrim düşüncesini, modern optiğin ilk tohumlarını İbn-i Heysem’in (957-1029) attığı gerçeğinin üstünü örtemezler.
Biz hala tartışmasını yapıyoruz; “alkool” sözcüğü bile Doğu’dan Batı dillerine geçti. Sadece bir tek sözcük değil dillerine geçen; kimya, cebir, ziraat, botanik, narenç, zafran, suda, kutun, nilüfer, şerap ve yüzlercesi…
Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat,ve cıvanın üretimini kim buldu?
Çeliğe ilk su veren Müslümanlar değil miydi?
Katarakt, çiçek ve kızamık hastalığını ilk kez Müslüman alimlerden okudular; cerrahi müdahalelerde uyuşturucu kullanmayı, yüksek ateşi soğuk su banyosuyla düşürmeyi, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemlerini Müslüman tıp adamlarından öğrendiler.
Bugün sıklıkla dile getirilen, “insan bedeninin doğal iyileştirici yeteneğini” ilk keşfedenler de Müslüman tıp adamları değil miydi? İçi delik iğneyi 1256’da Al Mahusen’in bulduğu gerçeği reddedilebilinir mi?
Şam’da 1298’de ölen İbn-i Al Nafis, Portekizli Servet’e atfedilen kan dolaşımı sistemini ondan 300 yıl önce keşfetti.
Modern sosyolojinin kuruluş yolunu İbn-i Haldun açmamış mıdır?
Kağıt daha Avrupa’ya girmeden Semerkant’ta kağıt fabrikası vardı.
Yazıyorlar, matbaayı Gutenberg bulmuş! Matbaayı Çinliler buldu, Türkler aracılığıyla Araplara geçtikten sonra Avrupa’ya gitti. Gutenberg sadece harfleri ayrı ayrı oymayı başardı! Güya pusulayı da G. d’Amalfi icat etmişti. Pusula da aynen matbaanın izlediği seyirle Batı’ya ulaştı.
Taberi’siz (839-922), Mesudi’siz (ö 956), İbn-i Miskeyf’siz (ö 1030) tarih yazılırsa ancak bu kadar yazılabiliyor demek ki!
Bizans dönemin en büyük kütüphanesi İskenderun Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler açıldı.
Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerinde Muhiddin Arabi’nin etkisi yadsınabilir mi? “Binbir Gece Masalları”nın Batılı yazarlar üzerindeki etkisinden bahsetmeye gerek var mı?
Çok övündükleri klasik müziğin sol anahtarı ve beş hatlı notayı bile ilk Müslümanlar kullandı.
Doğru dürüst su kanalları bile yapamıyorlardı; tarım tekniklerini El Avam’ın “Kitab-ül -hulase” okuduklarını bilmiyor muyuz?
Kristof Kolomb 1498’de Haiti’den yazdığı mektuba göre, Amerika’nın keşfi İbn-i Rüşd’ün kaydettiği bilgiler sayesinde gerçekleşti.
Uluğ Bey’in hazırladığı dünya haritasının kâşif kaptanlara rehberlik ettiğini bilmeyen mi var?
Uzatmaya gerek yok.
Soru şudur:
8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığını kimler, neden, nasıl söndürdü?
Televizyonlarda “özgürlük sorunu” olarak ele alınan türban tartışmalarını izlerken kafamda hep bu soru vardı.

MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI

MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI

İslam’ın ‘Uygarlığa Katkısı Oldu mu’ adlı makalede doğru bir tespitle Batı uygarlığına İslam uygarlığının büyük katkısı olduğuna dikkat çekerek “8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığını kimler, neden, nasıl söndürdü” noktasından devam edelim. Bu konunun en büyük uzmanı Prof. Fuat Sezgin, İslam Uygarlığındaki bilimsel araştırma ve buluşların 15 yüzyıla kadar devam ettiğini belirtir. Prof. Sezgin’e göre İslam dünyasında teknolojik buluşlar bireysel çalışmalarla ilim adamları 16. yüzyıla kadar bilimsel eserler vermiştir, fakat bunların yayılıp gelişmesinden Müslümanlar değil Batı’lılar faydalanmıştır.(1)
Aslında bu sorunun cevabı bir kitap olacak kadar geniş bir konuyu kapsar. İslam dünyası 12. Yüzyıldan itibaren 900 yıl bu sorunu İslam’da içtihat (yenilik) kapısı kapandı mı yoksa hala açık mı gibi sonu gelmeyen kısır bir tartışmaya odaklandı. Bu tartışma hala gündemdedir. Bu arada İslam ülkeleri geri kalmamıştır diyenlere kısa bir hatırlatma yapalım; İslam ülkeleri dünya nüfusun %25 sahipken dünya toplam üretiminin sadece % 7 civarını sağlıyor. 57 İslam ülkesinin toplam milli gelirine tek başına Almanya sahip. Durum bu kadar üzücü. Teknolojik, bilimsel buluşlar konusunda Müslüman ülkelerinin ilgisizliğine hiç girmeyelim.
GAZALİ’NİN GÖRÜŞLERİ
İslam’ın bilimsel gelişmesinin önünün kapatılmasının nedenleri arasında klasik bir bakış açısı vardır o da İmam Gazali’nin {1058-1111} muhafazakâr görüşlerinin ve eserlerinin felsefe ve aklı kullanarak bir İslam uygarlığı yaratan döneme imza atan bilimsel gelişmenin önüne set çektiğidir. Gazali1095 yılında İslam filozofları ile ilgili eleştirileri ihtiva eden filozofların tutarsızlığı (Tehafut el-Felasife) adlı kitabını yazdı. Gazalinin temel felsefesi iyi ve kötünün akıl yoluyla bilinebileceğini reddetmesiydi. Gazali " aklın yalnız şeriat ilminin öğrenilmesinde yardımcı olacağını" öne sürer(2) Filozoflar saray çevrelerinde saygınlık genel sohbetlerine rağmen felsefelerine hiçbir zaman halk kitlelerini sürüklemediler. Onlar geniş kitlelerin kolayca anlayıp kabul edeceği kolay formüle edilmiş doktrinler yaratmak ve bu yeni yorumları yeni bir mezhep şeklinde sunmak iddiasında da değillerdi. "Filozofların bir grup olarak etkileri azdı". (3) Bir süre sonra da diğer bir insanın derin düşünmesini araştırmacı ve soruşturmacı bir düşünce yapısı olmasını önlemek onu körü körüne inanmaya teşvik etmek için ‘Bahsin {konunun} derinliğine dalarak haddini aşanlar helak olmuştur.’(4) Hadisi ortaya atılmıştır.
Gazali’nin bu eserine karşı İslam filozofu İbn Rüşd’ün {1126-1198} aklı savunduğu ‘Tehafüt’e karşı Tehafüt’ adlı eseri fazla taraftar bulmamıştı.
Bu konuda Gazali’nin belli bir oranda etkisi olduğu inkar edilemez fakat bir kişinin İslam ülkelerinin gerilemesinde oldukça büyük rol oynadığını iddia etmek olayı çok basite indirgeyen oldukça kolaycı bir analizdir..
DEVLET DESPOTİZMİ
İslam devletinin başlangıçtan itibaren bütün kurumları devamlı savaş açarak yeni topraklar ve gelirler kazanma üzerine kurulmuştu ve savaş cihad adıyla kutsaldı ve devletin başlıca görevi cihaddı. Cihad başarısız olunca sistem işlemez hale geliyordu. Sistemdeki bozukluklar oldukça belirginleşmeye başladığında da çözüm olarak hep şeriat esas alınarak çözme politikası düşünülüyordu. 19 yy da Osmanlı imparatorluğunda devlet adamı tarihçi hukukçu Cevdet Paşa ( 1822- 1895) gibi kültürlü ve aydın diye bilinen bir kimse dahi devletin başlıca görevinin savaş (cihad) olduğuna inanmıştır;‘’Namık Kemal’’ (1840 - 1888) ya da benzerlerinin yaptığı gibi hepsinin ortak düşüncesi şeriatın özüne bağlı kalmak tek kurtuluş yolu olduğu idi. Şeriatı koruyan uygulayanda devlet olunca kutsal ve dokunulmaz oluyordu. Bu da devlet despotizmin sınırlarını dokunulmazlık eleştirilemezlik boyutlarına taşıyordu.
Başta Osmanlı olmak üzere İslam ülkeleri gelişme ve genişleme dönemlerinde topraklarına toprak kattı fakat ekonomik değere kalıcı bir değer katacak sistemi yaratamadı. Bunun nedenlerini de araştırıp soruşturamadı. Kurtuluşu tekrar şeriata geri dönmekte buldu.
İslam ülkelerinde geri kalmışlık kıstasının istatistiklere girmeyen fakat yüzyıllardan beri acı bir gerçek olarak hala hâkim olan kısmı İslam’da özgür düşüncenin gelişebileceği ortamın yaratılmamış olmasıdır. İslam ülkeleri, ülkelerinde oldukça az yetişen çağdaş aydınlarını susturmada çeşitli baskı ve yıldırma metodu ile yok etmede ülkeye katkı sağlamasını önlemede çok başarılıdırlar. Başarılı olamadıkları yerler kendi ülkelerinin sorunlarını doğru tespit edip ona göre plan proje oluşturma kapasitelerinden yoksun olmalarıdır.
Her ne kadar Ebu Hanife, toplum içindeki değişik görüş ve fikirlerin toplumu daha ileri götüreceği konusunda İhtilalaf”ul-Umme Rahme/İhtilafu Ümmeti Rahme {ümmetin-ümmetimin ihtilafı rahmettir}(5) Yani toplumun birbirleri arasında değişik fikirleri olmasının topluma fayda sağlayacağı hadisini örnek vermesine rağmen kimse bu tip hadisleri dikkate almamıştır. İslam’ın kendisinin eleştirilmesine ve temel İslami akideler dışında yorum yapılmasına fazla toleransı yoktur Bu konudaki örnekler hacimli bir kitap konusu teşkil edecek kadar çoktur. En meşhuru Hallacı Mansur olayıdır. İran’lı İslam âlimi, sufi Hallacı Mansur {858-922} sufilerin halka paylaşmayı uygun bulmadığı birçok görüşü halkın önünde ifade etmekten çekinmezdi. Bir gün tasavvuf, sufi felsefesini bilmeyen Müslümanlar tarafından yanlış yorumlara sebep olacak ben Hakkım, ben Tanrıyım anlamına gelen ‘Enel Hakk’ deyince, Abbasi yöneticileri tarafından mahkeme edildi uzun yıllar hapishanede tutuldu sonra işkence edilerek öldürüldü.(6)
MELAMİYE
1280 yılında Bağdat’ta ‘Üç dinin {tek tanrılı} İncelenmesi’ adlı bir kitap Yahudi asıllı filozof, doktor İbn-i Kammuna tarafından yazılır. Kitap Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerini eleştirisel açıdan inceler. Tanrı’ya olan teslimiyet, boyun eğme, onun yolunda gitme gibi taleplerin yeni şeyler olmadığı, bunların eski dinlerde bolca bulunduğunu ileri sürmüştü. İslam’ seçenlerin çoğunun onu çok istediğinden ilkelerini çok beğendiğinden değil, İslam’ın kılıcından korkmaları, gayrimüslimlere yüklenen ekstra vergiler {cizye}, gayrimüslim olarak toplum içinde aşağı statüde biri olarak hor görülmemek gibi nedenlerden İslamı seçtiklerini ileri sürmüştü. 13. yy tarihçisi Fuvati {1244-1323} anlatımına göre, İbn Kammuna’nın kitabı Müslümanlar tarafından duyulur duyulmaz büyük tepki çekti, 1284 yılında bir kısım halkın ayaklanarak İbn Kamnuna’nın evini bastılar. Bağdat şehrin Emirinin araya girmesi bile bu azgın kalabalığı yatıştıramadı. Bu sefer kalabalık Emiri İbn Kamnuna gibi bir İslam düşmanını koruyor diye suçladılar. Ertesi günü şehri saran surların dibinde İbn Kamnuna’nın yakılması ile kızgın kalabalık dağıtılabilindi.
İslam’a daha derin felsefi bir yorumla yaklaşan Melami (Melamiye) taraftarlarının şeyhi Hamza Bali Osmanlı döneminde Bosna’da tutuklanıp muhakeme edilmek için İstanbul’a gönderilmişti. Sonuçta mahkeme Kanuni Sultan Süleyman döneminin şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin fetvasına dayanarak Hamza Bali’yi 1561 yılında idama mahkûm etmişti.

İslam’a bazı eleştiri getiren görüşleri yansıtan kitapların İslam ülkelerinde yazılma şansı çok azdır. Böyle bir kitap yazılsa bile İslam dünyasında basılma, dağıtılma olanağı hemen hemen çok kısıtlıdır. Ali Abd el-Razik, Mısır Kahire’de meşhur İslam üniversitesi ‘El-Ezher’ de şeyh {prof.} statüsünde yüksek seviyede bir İslam alimi idi. 1925 yılında ‘İslam ve Hükümetin Prensipleri’ adlı bir kitap yayınladı. Kitabında İslam’ın aslında din ile politikanın ayrı olmasını talep ettiğini ileri sürmüş, bunun üzerine öbür İslam alimlerinin tepkisini çekmiş dine, Allaha karşı saygısızlık ettiğine karar kılınarak, üniversiteden atılmış ve herhangi bir dini görevde bulunması yasaklanmıştı.
Hem Irak’da hem İran’da uzun yıllar din eğitimi almasına rağmen, din adamlığı mesleğine devam etmeyen gazete çıkartan ve defalarca İran Parlamento{meclis} üyeliği de yapan İranlı liberal düşünür Ali Daşti {Dashti} {1896-1982} İran’da kadın hakları savunuculuğunu yapıyor onların eğitilmesi onlara daha çok hürriyet verilmesini savunuyordu. Yazdığı romanlarında da bu konuyu işliyordu. 1937 yılında İran’da Şah döneminde İslam’ı klasik açıdan değil rasyonel bakış açısıyla bakıp incelemiş. Hz Muhammed’in de insan olduğunu hatalar yaptığını(7), zaman zaman sinirlerine hakim olamadığı gibi insani vasıfları ile ele alıp ‘Yirmiüç Sene’ {Bist o Seh Sal} (8) adlı bir kitap yazmış fakat Şah döneminde İslam’a karşı en ufak bir eleştiri getiren eserler yasak olduğundan kitap Beyrut’ta muhtemelen 1970’li yıllarda üzerinde tarih ve basım adresi olmadan el altından basılmış, Kitap beşyüzbine yakın satmıştı. Ali Daşti İran devriminden {1979}hemen sonra din düşmanı diye tutuklanmış 85 yaşında olmasına rağmen hapishanede işkence görmüş, bu işkence sırasında ayağı kırılmıştı. Yaşlı vücudu hapishane hayatına ve işkencelere fazla dayanamadı, Fazla yaşamayacağı anlaşılınca ölümünden kısa süre önce serbest bırakılmıştı. 1982 yılında vefatından hemen önce bir dostuna eğer benim yazdığım gibi kitaplar Şah döneminde İran’da yasak olmasaydı İran’da İslam devrimi olmazdı demişti.
TAHA HÜSEYİN’E YAPILANLAR
Diğer El-Ezher mezunu edebiyatçı Taha Hüseyin’de İslama eleştirisel bakış açısı yüzünden resmi memurluk görevinden atılmıştı.(9) 1988 yılında edebiyat dalında Nobel ödülünü alan Mısır Kahire doğumlu Necip Mahfuz {1911-2006 }İslam dinine açık eleştiri getirmemesine rağmen, hoşgörü yanlısı olduğu için Mısır’da tutucu dini kesimlerle arası iyi değildi 1994 bir suikast girişiminden birkaç bıçak darbesi ile kurtulmuştu. Uzun yıllar evinde saklanarak devlet koruması eşliğinde hayatını sürdürmeye çalıştı.

Mısır’da din ile devlet işlerinin tamamen ayrı olmasını savunan, Mısır’daki tutucu din adamları ve kesimi açıkça eleştiren Mısırlı aydın Dr. Farak Foda (Faraq Foda) Haziran 1992’de öldürüldü. Mısır’da bugün bu şartlar altında diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi demokratik, laik aydınların fikirlerini hür bir şekilde söyleyip yazıya dökme olanakları çok kısıtlıdır.
Sudanlı din bilgini Mahmud Muhammed Taha Sudan’daki farklı dinler için ortak bir zemin oluşturma için bir girişim başlattı. Ayrıca Kur’anda savaşa teşvik etmeyen, hırsızın elinin kesilmesinin, kadının örtünmesinin olmadığı daha uzlaşmacı daha evrensel yaklaşımın sergilendiği Mekke sureleri ile erken dönem Medine surelerine bir öncelik ve daha çok önem vererek İslamı yorumladı. Mekke ile Medine surelerinin bariz ayrılıklarına dikkat çekti. Bunun üzerine Sudan otoriteleri dinden dönme, {mürted} din değiştirme {irtidat} davası açarak din adamı Mahmud Muhammed Taha’yı tutukladı. Ocak 1985’de asılarak idam edildi.
Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde Kuran araştırmaları bölümünde öğretim görevlisi olan Dr. Nasır Ebu Zeyd, Kuran konusunda 1990 yılında yazdığı kitabında Kuran’a radikal yorumlar getiriyor diye Mısır’da büyük bir tepkiyle karşılaştı. Halkın çeşitli kesimlerinden gelen baskıların yanında birçok fanatik Müslüman’dan ölüm tehditleri alması yaşamını tehdit eder hale getirdi. 1995 yılında Mısır Yüksek Mahkemesi tarafından dinden dönmüş, kafir ilan edildi. Mahkeme hanımından boşanmasını istedi. Çünkü Şeriat hukuku gereği kafir kabul edilen bir kimse Müslüman bir kadınla evli kalamazdı. Canını kurtarmak için en sonunda Hollanda’ya kaçmak zorunda kaldı.(10)
İslam ülkeleri içinde laik, demokratik ve en toleranslı olan Türkiye’de suikasta kurban giden hapislerde hayatı karartılan gerçek aydınların sayısı oldukça kabarıktır. Dini fanatizm 20 yüzyılın sonunda bile aydınları diri diri yakacak kadar çağın gerisindedir. Bu konuda daha geniş bilgi için Bilim ve Gelecek dergisinin Ekim 2010 sayısındaki ‘Ölü Aydınlar Ülkesi’ makalesine bakabilirsiniz.
İslam ülkeleri nadirde olsa ülkede yetişen değerlerin kıymetini bilmede pek başarılı olmadığı gibi onları yok etmede sindirmede oldukça başarılı olmuştur.
KENDİNİ ALDATMA
Son yıllarda müspet bilimsel araştırmaya yönelme ve destekleme yerine Kuran’da bilimsel şifreler aramaya, Kuran’ın bir bilim kitabı olduğunu ispat etme yarışına girerek bilimsel hurafeciliğe başvurulmaktadır. Bu yüzyıllardır devam eden kendi kendini aldatmanın yeni bir sürümüdür. Mısır’lı İslam alimlerinden, Seyyid Kutup{1906-1967} Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasına kısaca laik bir devlet düzenine karşı olmasına rağmen Kuran’ın bir bilim kitabı olduğuna karşı çıkıyor; ‘Din alimlerinin bilimsel konulara Kur’an ile cevap vermesini beklemek yanlıştır. Kur’an-ı Kerim bir astronomi, bir kimya, ya da bir tıp kitabı değildir.’ (11) diyerek yıllar evvel bu konuya gereken açıklığı getirmişti.
Ayrıca ‘İlim Çin’de de olsa git onu ara bul’ hadisindeki ilim bizim bugün anladığımız ilim değil İslam dini anlamındadır.(12) Ayrıca bu hadis sahih {geçerli} hadislerden de değildir. Bu hadis, hadis ve tefsir bilimcilerinden olan, İbn Hibban {ölm. 965} İbnu’l Cevz i{116-1220} el-Mevduat’ta, İmam eş-Şevkani’ye {1173-1250} göre uydurma hadislerdendir(13) Uydurma olmasa bile buradaki ilmin aranmasındaki maksat tamamen dini arama ile ilgilidir.
İslâm geleneksel eşitlikçi, mütevazi yaşamın yardımlaşmanın, erdem olduğu bir çağın ürünüdür. Faiz yasağıyla, kadercilik anlayışıyla, imanı bilimin önünde tutmasıyla daha çok kazanıp, daha çok tüketen kapitalizm ile çelişir. Bu paranın, egoizmin esiri olmuş acımasız oyunun içinde fazla olmak istemez. Müslümanlar kapitalizmin oluşumundan küresel sermayeye geçilip küresel bir sisteme dönüşüm süreci içinde dünya ekonomisinde etkin bir rol oynayamadı. Hep küresel ekonomik ve siyasi sitemin işleyiş mekanizmasına yabancı oldular. Olayları tam olarak algılayıp değerlendirmekte zorluk çektiler. Batılı küresel sermaye sahibi aktörler tarafından yönlendirilen sistemde yalnız pasif seyirciler olarak üretici olarak değil tüketici olarak katıldılar ve acımasızca madden ve manen hem içeriden hem dışarıdan sömürüldüler. Bunu açıkça dile getirenler bir şekilde susturuldu.
İslam ülkelerinde gerçek aydınlar devletin despotik, otoriter mekanizması ile doğruluğu yanılmazlığı tartışılamayan dogmatizmin baskısı arasında sıkışıp kaldılar ve pasifize edildiler. Bundan dolayı İslam dünyası hala büyük bir vaktini, çağın çok gerisinde kalmış konuları tartışmakla geçirmektedir. Kadınların, erkek şovenizmi aşırı dini tutuculuğun baskısından kurtulamadığı ve eğitimleri, toplumsal kalkınmaya katılımlarının engellendiği, bilimin, rasyonel toplumsal düşünce tarzına hakim olmadığı ve dinsel fanatizmin korkusuyla öz eleştirinin yapılamadığı, bir ortamda ileri gitmek mucizelere bağlıdır.

MARDİN FETVASI

Ilımlı İslam ve Mardin fetvası
Geçtiğimiz hafta sonu, 700 sene önceki "Mardin Fetvası"nı tartışmak üzere Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliğinde, Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşlarının desteğiyle 'Barış Diyarı Mardin' başlığıyla bir sempozyum (bilgi şöleni) düzenlendi.
İngilizler, programı Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile ortak yapmak istediler.
Ama Diyanet İşleri Başkanlığı, yedi asır öncesinde kalmış, Mardin'de bile hiç kimsenin bilmediği fetvayı, Müslüman teröristler için dayanak noktası kabul etmenin yanlışlığına dikkat çekerek toplantıya ev sahipliği yapmayı reddetti. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in açıklaması da ilginç:
"11 Eylül'den sonraki şiddet ve terör olaylarının onlarca sebebi ortada dururken, yedi asır önce Mardin'de verilmiş bir fetvayı ve bu fetvanın sahibi İbn-i Teymiyye'yi sorumlu tutmak doğru değil. Anadolu'da kimsenin bilmediği bir fetvaya şöhret kazandırmak da yanlış."
Toplantı medyaya "Mardin Fetvası kaldırılıyor “ diye yansıdı.
Türkiye medyasında "Mardin Fetvası kaldırılıyor" diye sunulan toplantı gün boyunca BBC ekranından yayınlandı.
AKP iktidarının YÖK vasıtasıyla yol verdiği İngiliz sponsorluğundaki (destekleyici) toplantı gerçekten çok önemli ama tartışma kamuoyunda gereğince yer bulmadı.
Bu toplantının hemen ardından Moskova metrosunda (yeraltı treni) meydana gelen kanlı patlamaları dış basın, Rus Kommersant gazetesine referans göstererek Türkiye’ye dayandırdı.
”Çeçen intihar komandoları hepsi Türkiye'de medreselerde eğitiliyormuş”.
Bakın hele!
Kanlı eylemler, Müslüman Çeçenler ve Batıl zihniyetin yüzyıllarca çanına ot tıkayan medreseler…
Ve Ilımlı İslam Projelerinin uygulama sahası haline getirilen Türkiye.
Moskova metrosunda bombalar hemen patladıktan sonra Prof Dr. Mahir Kaynak bunun bir İngiliz provokasyonu olabileceğine dikkat çekmişti.
Bir de Mardin Fetvası’nın içeriğini hatırlayalım:
“Tarihler Miladi 1300’ün başlarını gösterirken Moğollar Mardin’i işgal eder. Bunun üzerine ahali, dönemin ünlü İslam bilgini İbn-i Teymiyye’ye gidip Moğollara başkaldırı ya da mücadele etmenin caiz olup olmadığını sorar.
İbn-i Teymiyye’nin bu soru karşısında İslam adına verdiği karşılık ya da fetva şudur:“Mardin için iki durum söz konusu; İslam hukuku ile yönetilmediği için Darü’l-İslam denemez ama yaşayanların tamamına yakını Müslüman olduğu için Darü’l-Harp de değil. Buradan hareketle istilaya direnmek caiz ve hatta cihattır.”
Bir hatırlatmada büyük yankılar yapan The Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan, "Türkiye'nin Siyasi Devrimi" başlıklı, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Lehigh Üniversitesi Profesörü Henri Barkey imzalarını taşıyan makaleden:
"....Türkiye'de görülmemiş ve ordunun ülkenin siyasi yaşamı üzerindeki vesayetinin kaldırılmasına doğru götüren siyasi bir drama göz önüne seriliyor. Eğer iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), önemsiz dini konulardan kaçınarak ve kendi demokrasisini güçlendirerek Türkiye'nin tırmanan kutuplaşmayı azaltmada başarılı olursa İslam dünyası üzerindeki etkisi, dokunulur olmasa da, çok büyük olabilir."
Türkiye uzmanları (!) acil uyarı yapıp yine ordu sopasını kullanıyorlar ”elinizi çabuk tutun yoksa ordu dikeni ayağınıza batar ha!”
Gazete sütunlarında dile getirmiştik, Afganistan’ da iş yapan bazı Türklere ABD'lilerin “2012’de oradayız” dediklerini.
Bizimki komplo senaryoları yazmak değil. Amacımız, parça parça gibi gözüken gelişmeleri ve tezgâhları art arda sıralayıp fotoğraf bütünlüğünü sağlamak.
Konunun ehli değiliz ama Mardin Fetvası Müslümanların cihat etmesinin meşru dayanağını sağlayan ve bu güne kadarda yürürlükte olan bir fetva…
1.Dünya harbinin emperyal gücü İngiltere’ye karşı Anadolu işgaline karşı Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı Kuvayi Milliye hareketi bu fetva nedeniyle de meşru idi ve Müslüman ahali tarafından da önemli destek ve katkı verilmişti.
Bu toplantı, BOP'un Orta Doğu'da yaratmak istediği “kapitalist Müslüman” tipinin (Kalvinist İslam) gerçekleştirilebilmesi için önemli engellerden birinin kaldırılması için düzenlenmiştir. Ilımlı İslam projesinin müçtehitliğine soyunan Prof. Hayrettin KARAMAN “Afgan halkının Sovyetlerle savaşı cihaddır, Amerika’ya başkaldırısı ise cihad istismarıdır.”sözleriyle Tayyip Erdoğan’ın eşbaşkanlık sözüyle kastettiklerinin içini doldurmaktadır.
Kurtuluş savaşında da Anadolu halkını Milli Mücadeleden koparmak adına İngiliz kökenli düzmece fetvalar veriliyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları “ dinden çıkan hainler“ olarak ilan ediliyordu. Niye dinden çıkan hainlerdi? Tek suçları işgalci İngilizlere ve onların yardakçılarına karşı vatan için mücadele etmekti.
Ama o zaman da bugün hesaplayamadıkları bir şeyi hesaplayamıyorlardı. Türk Milletinin Mustafa Kemalleri ve Rıfat Börekçileri vardı.
Biz de bu son olarak Mardin'de gerçekleştirilen İngiliz tezgâhına, İlk Diyanet İşleri Başkanımız Rıfat Börekçi'nin Kurtuluş savaşını şahlandıran fetvasını hatırlatarak cevap verelim:
“ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT EFENDİ’NİN KARŞI FETVASI
Dünyanın düzeninin sebebi olan Müslümanların Halifesi (Allah onun azametini ve hilafetini kıyamet gününe kadar uzatsın) hazretlerinin hilafet makamı ve saltanat merkezi olan İstanbul, Halife’nin rızası hilafına olarak, Müslümanların düşmanları olan devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslam askerleri silahlarından soyulup bazıları haksız yere öldürülerek, Hilafet merkezinin korunmasını üstlenen, bütün istihkâmlar, kaleler diğer harp vasıtalarını zapt ve resmi muameleleri yürütme ve Müslüman askerleri teçhize memur olan Bab-ı Ali ve Harbiye Nezaretine el konularak, halifeyi, milletin hakiki faydalarını temin edecek tedbirler almasından fiilen yasaklama, sıkıyönetim ilanı, Divan-ı Harpler teşkil ederek İngiliz kanunlarına uygun olarak muhakeme ve cezalandırma suretiyle Halife’nin hükmetme hakkına müdahale ve yine Halife’nin arzusu hilafına olarak Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde Müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip, namuslarına tecavüz ederek mukaddesatlarını tahkir ettikleri takdirde yukarıda açıklandığı gibi harekete maruz kalan ve esir olan gayretlerini sarf etmek bütün Müslümanlara farz olur mu?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir, OLUR (Düşman saldırdığı zaman onunla savaşmak herkese farzdır. Bu durumda kadının kocasının izniyle, kölenin de efendisinin izniyle savaşması gerekir.) “Kenz ve Bezzaziye adlı eserlerde“. (Eğer bir Müslüman kadın doğuda baskına uğrarsa batıdakilerin onu esaretten kurtarmaları gerekir.) ”Bahru’r Raik adlı eserde”
Bu şekilde hilafetin meşru haklarını, gasbedilen gücünü geri almak ve tecavüze maruz kalan memleketleri düşmandan temizlemek için cihat edip savaşan Müslümanlar dinen baği (devlete isyan etmiş) olurlar mı?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZLAR (isyancı diye gerçek imama itaati haksız olarak tanımayan Müslüman gruba denir.) “Mecmeu’l-Enhur adlı eserde”
Yukarıda yazıldığı şekilde Hilafetin gasp edilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan savaşta vefat edenler şehit, hayatta kalanlar gazi olurlar mı?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR (Şehit şunlardır: Düşman, isyancılar ve yol kesiciler tarafından öldürülenler veya ellerinde belirli bir işaretle savaş meydanında bulunanlar, bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı dinen öldürmesi gerekmeyen bir konu dolayısıyla zulmen öldürdüğü takdirde öldürülen, aynı şekilde zimmînin yine dinen öldürülmesi gerekmeyen bir konu sebebiyle bir başkasını öldürdüğü takdirde öldürülen şehittir. (“Zeylei adlı eserde”)
Bu şekilde cihat edip dini görevlerini yerine getiren Müslümanlara karşı düşman tarafından Müslümanlar arasında silah kullanıp adam öldüren kişiler en büyük günahı işlemiş ve fesat çıkarmış olurlar mı?
Cevabı Budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR. (Allahü taala şöyle buyurmuştur : “Fitne adam öldürmeden daha kötüdür. Bundan dolayı da fesatçılar fitneye başvurur” “ Fethül Kadir adlı eserde”)
Düşman devletlerin zorlaması ve kandırması sonucu verilen hak ve hakikat ile bağdaşmayan fetvalara Müslümanların bağlanmaları ve dinen ona göre hareket etmeleri doğru olur mu?
Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZ. (Zorlama rızayı yok eder! “Velvaliceyh adlı eserde”)
16 Nisan 1336 (1920)
Mehmet Rıfat (BÖREKÇİ)
Ankara Müftüsü
Biz bu fetvayı alalı çok olmadı, yalnızca 90 yıl geçti. Emperyalist tezgâhçılar iyi bilsin ne 700 yıllık Mardin Fetvasını nede 90 yıllık Ankara fetvasını unuturuz!
Ha! Bir de Ilımlı İslamcılar, emperyalistler ve yardakçıları unutmasınlar: İslam sancaktarlığı şerefine erişmiş bu millet Cihad'ın Kur'andan kaynaklandığını çok iyi bilir. Bunu İngilizler de iyi bilirler esasında. Kur’an’dan cihad ayetlerini (tövbe-hâşâ) kaldırmak mümkün mü? Tabii ki böyle bir şeyi tartışmak düşünmek bile cehalettir. Aksi halde başlarına ne geleceğini de iyi bilirler.
Her ne kadar kişiler üzerinden tartışma açıp da tezgâhlarını ilizyonlarla bize yutturmaya kalksalar da nafile. Türk milleti gücünü Allah'a olan inancından ve yüce Kur'an-ı Kerim Azimüşşan'dan alır.

BEDEVİLER HADARİLER MÜCADELESİ

Kur’an’da ‘üsttekiler’ ve ‘alttakiler’
İbn Haldun (öl. 1406) altı asır önce “Şu ana kadar ki bütün tarih Bedevîler ile Hadarîlerin mücadelesinden ibarettir” demişti.
Aslında bu, kadim dinî metinlerin; Avesta’nın, Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın vurgularını yeniden ifade etmekten başka bir şey değildir. Hadarîler üsttekiler, Bedevîler alttakiler oluyor. İbn Haldun’a göre bu mücadelede birinden diğerine geçişte esas amil mülktür. Yani servet ve iktidar sahipleri (üsttekiler) ile bunlara sahip olmayanların; dahası bunların gadrine uğrayanların (alttakilerin) ezelî mücadelesi…
“Ümmet-i vahide” (sınıfsız tek toplum), mülk (servet ve iktidar) ihtirasları sebebiyle parçalanıp sınıflara ayırıldığından beri hiç durmadan süren bir mücadele bu.
Bu yazıda, söz konusu ezelî mücadelenin her iki tarafına Kur’an’ın dünyası açısından bakacağız. “Üsttekileri” ve “alttakileri” Kur’an’ın nasıl ele aldığını, onlara ne dediğini, hangi bakımdan ayırdığını, ayırımda temel saikin ne olduğunu göstermeye çalışacağız.
Görüleceği üzere ayırımda temel saik dil, din, ırk, itikat, renk, bölge, cinsiyet vs. değil; mülk (servet ve iktidar) ile ilişkidir. Mülk sahipleri üsttekileri, bunların gadrine uğrayanlar da alttakileri belirleyen temel saik olmaktadır. Bu ayrımı Kur’an “Lehu’l-Mülk” ve “Lailahe illallah” kılıcıyla kesip atmakta, devrimci bir altüst oluş çağrısı ile insanlığı eşitliğe çağırmaktadır.
Tarih boyunca bunun hiç değişmediğini görüyoruz.
Müslüman, mu’min, münâfık, kâfir, zâlim, hakk, bâtıl, adâlet, tevhid, şirk gibi nitelemeler, Firavun, Nemrud, Karun, Haman gibi tarihin kötü yüzleri, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed gibi tarihin iyi yüzleri, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud gibi kıssalar hep bu üsttekileri ve alttakileri örneklemek içindir. Bu anlamda ikinci dereceden nitelemelerdir.
Bunların içi “mülk” (servet ve iktidar) ilişkileri ile doldurulduğunda ete kemiğe bürünürler. Yoksa soyut bir dinî, itikâdî, kelâmî, teolojik söylem olarak kalırlar. Kur’an’ın sahici bir gerçek hayat kitabı olması için üsttekileri ve alttakileri “mülk” temelinde yeniden ele almamız ve analiz etmemiz kaçınılmazdır.
Belli başlılarını ele alacağız. Önce “üsttekiler”den başlayalım.
***
AĞNİYÂ: “Zenginler” demektir. Kök olarak “ğina” zenginlik ve servet , “ğanî” zengin, ihtiyacı olmayan, kalantor, varlıklı, kodaman, “ğanimet” düşmandan elde edilen zenginlikler, “mustağnî” de kendini her türlü ihtiyacın üstünde gören zenginlik budalası demek oluyor.
Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresinde (Alak; 96/7) karşımıza çıkar. İlk olmasının anlamı şu ki sonraki bütün “üsttekileri” niteleyen ayetler bununla ilgilidir: Mustağnî servetiyle azgınlık eder (tâğut), servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (muşrik), hegemonya kurmaya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkar eder (munkir), yok sayar (mulhid)…
Bütün bunların kökünde “ğina”yı özelleştirmesi, kendi elinde tutması yatmaktadır. Bu nedenle Kur’an malların zenginler (ağniyâ) elinde dolanıp duran bir devlet olmasını meneder (Haşr; 59/7). Yani zenginliğin bir devlet haline gelmesini veya devletin bir zenginler kulübüne dönüşmesini reddeder. Bu durumda zenginler (ağniyâ), Allah’ın yarattığı rızık ve rızık kaynaklarını (üretim araçlarını) bir şekilde ele geçirip, “alttakileri” ondan mahrum edenler, alttakilerle “eşit” hale gelmekten ‘aslan görmüş yaban eşeği gibi’ kaçanlar oluyor. Sırf zenginliğin Kur’an’ın hiçbir yerinde olumlu anlamda anıldığını, övüldüğünü, teşvik edildiğini görmedim. Bugün için üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan finans-kapital sahiplerine, sermayedarlara, para babalarına takâbül eder.
MELE’: “Dolu hale gelmiş” demektir. Kök olarak 1- Bir şeyi doldurmak 2- Yola girmek, yolda yürümek demek… Dolmak (imtila’), dolmuş, dolu, tombul, etine dolgun (mumteli’) birinci, koşmak, hızla yürümek (melv), genleşmek, genişlemek (muluv) ikinci anlamdan gelir… Bu durumda mele’ servetle dolmuş, mal ve mülk ile şişmiş, servet ve iktidarı ele geçirme ve onunla hegemonya kurma yolunda yürüyen, hayatının amacı bu olan demek oluyor. “Kavmin ileri gelen melesi” şeklinde Kur’an’da sıklıkla geçer. Bugün için bir ülkenin siyasî, askerî ve iktisadî mülk (servet ve iktidar) sahiplerine tekâbül eder.
MUTREF: “Bolluk içinde olan, şımarmış” demektir. Bolluk ve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (teref) kelimeleri bu kökten… Demek ki mütref bir toplumun rahatlık ve konfordan şımarmış, “fors” sahipleri demektir… Bu durumda Kur’an’da sık sık geçen mele-i mütref “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri” demek oluyor. Bugün için devlet beslemesi ailelere, sosyete çevrelerine, lüks ve sefahat içinde yaşayan zümrelere ve onlara özenenlere tekâbül eder.
MUSRİF: “Harcayan” demektir. Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin (üsttekilerin) başkasının (alttakilerin) emeğinden çaldıklarını sorumsuzca harcamalarıdır. Nasıl olsa başkasından geçtiği için kimin malı olduğu umurlarında bile değildir.
Türkçe’de “israf etmek” deyimi kendi emeği ile kazandığından gereksiz yere harcamayı ifade etmek için kullanılıyor ki Kur’an’da bu anlamda değildir. Bilakis başkasının emeğinden geçeni harcamak manasındadır. Bu anlamıyla “hortumcunun” har vurup harman savurmasını ifade eder.
Kendi emeğinden gereksiz harcamaya ise Kur’an “tebzîr” der. Tebzîr lüzumsuz harcama demektir. (İsra; 50/26). Bu durumda “Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” demek “Kendi emeğinizle kazandığınızdan yiyiniz, içiniz fakat başkasının emeğini yemeyiniz, mele-i mürtefin yaptığını yapmayınız, bundan kaçınınız” demektir. Şu ayette bu anlamda kullanılmıştır: “Öksüzlere evlenme çağına gelinceye kadar göz kulak olun. Ekmeğini kendisi kazanacak yaşa geldiklerini gördüğünüzde mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce onlara kalacak diye mallarını sorumsuzca (israf ile) yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan tenezzül etmesin.” (Nisa; 4/6).
Burada israf kendi malını saçıp savurma değil; başkasına ait olanı zimmetine geçirip harcama manasındadır. “Onlar infak ettiklerinde ne israf ederler ne de cimrilik” (Furkan; 25/67) Yani ne başkasının malından bol keseden harcarlar, ne de kendi keselerini kısarlar; ikisinin ortası bir yol tutarlar; kendi alınteri ile kazandıklarından infak ederler…
Kur’an Mekke’nin mülk sahiplerine, Firavun’a vs. hep “musrifler” diyor. Burada ‘gereksiz harcama yapıyorlardı’ denmek istenmiyor. Bilakis “alttakinin” emeğinden çaldıkları ve ondan geçindikleri, sömürücü olduklarını için eleştiriliyorlar… İsraf, bugün için “ Başkasının (devlet) malı deniz yemeyen domuz” sözündeki manayı ifade eder.
KÂNİZ: “Biriktiren, yığan” demektir. Malı “kenz” etmek; yığmak, biriktirmek, hazine yapmak manasına geliyor. Kur’an altını ve gümüşü (parayı) kenz edenleri şiddetle eleştirir ve biriktirdiklerinin dağlanarak alınlarına, böğürlerine, sırtlarına vurulacağını haber verir. (Tövbe; 9/34). Bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber “Kahrolsun biriktiriciler” (Tebbet el-Kânizûn) diye üç defa bağırmıştır. (Kutüb-i Sitte; Zekat, 2011).
Bugün için Kâniz, ihtiyaçtan fazla para, mal, arazi, bina vs. cinsinden özel mülkiyet biriktirene tekâbül eder. Genellikle servet ve iktidar sahibinin yani “üsttekinin” tuttuğu yoldur. Biriktirdiğini ne infak eder, ne de bir işe yatırır, kendi şahsi mülkü olarak tutar. İşte bu kenz olup sahibini ateşle yakacaktır. Biriktiriciden istenen alttaki ile aradaki farkı sürdürerek ucundan verip durmak değil; alttakini yukarı çıkarıp, kendisi da aşağı inerek, orta bir yerde eşit hale gelinceye kadar infak etmektir. Çünkü biriktirdiği alttakinden ona geçmiştir. Başka türlü kenz edemezdi (zengin olamazdı).
MURÂBÎ: “Fâizci” demektir. Kök olarak ribâ (fâiz), “tepe haline gelme” manasındadır. Üsttekilerin en önemli özelliklerindendir. Tefecilik yaparak paralarına para katarlar. Başkasından “fazlalık” alarak tepe gibi yığarlar. Bununla mal ve servet yığarlar. Bu yolla alttakileri sömürür, kanlarını emerler. Kur’an’da başka hiçbir şey için “Faiz yiyenlere Allah ve Resulü’nün savaş açtığını bildir” (Bakara; 2/279) denmemiştir!
Genellikle savaş savunma amaçlı olup “izne” tabidir. Örneğin kendilerine zulmedilenlere, yurtlarından çıkarılanlara Allah yolunda savaşmaları için “izin verildi” denir. Fakat faiz söz konusu olunca Allah ve Resulü onlara savaş açar! (Bakara; 2/275). Faiz yiyenler kabirlerinden, şeytan çarpmış gibi kalkacaklardır. Bu hal onların “Alım-satım tıpkı faiz gibidir” demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bugün için küresel finans-kapitale, onun yerli işbirlikçisi bankalara, tefeci bezirgânlara tekâbül eder…
***
İşte bunlar üsttekilerdir.
Dilleri, dinleri, ırkları, renkleri ve bölgelerinin ne olduğu önemli değildir. Tamamı sömürücü olup alttakilerin kanını emerek yaşarlar. Allah ise alttaki ezilenleri (mustazafları) onların yerine geçirmek, böylece eşitliği sağlayarak, yarattığı rızık ve rızık kaynaklarını adilce bölüştürerek korktuklarının bir gün başlarına geleceğini onlara göstermek ister (Kasas; 5).
Şunlar da Kur’an’da sürekli korunan, kollanan, durumlarının düzeltilmesi için zekat, sadaka, infak, karz-ı hasen çağrıları yapılan, Allah’ın kendisini onların yerine koyarak, onların sesi ve soluğu olarak konuştuğu “alttakiler”dir. Kitabın asıl sahipleri bunlardır. Bunların Kur’an’ın hiçbir yerinde yerildiğini, aşağılandığını, hor ve hakir görüldüğünü görmedim.
***
CEV’ÂN: “Açlar” demektir. “Altta” olmaktan öte en “dipte” olanlardır. Açlık tehlikesi söz konusu olduğundan ölümle yüzyüzedirler. Bu açıdan bütün her şeyi bırakıp buna yönelmek birinci dereceden bir görevdir.
Malum, kıssaların anasında (Adem kıssası) Allah’ın istediği dünya (cennet), kimsenin “aç” (yeme-içme ihtiyacından mahrum), “çıplak” (giyinme ve barınma ihtiyacından mahrum), “susuz” (yaşamı sağlayan diğer temel ve zaruri ihtiyaçlardan mahrum) olmadığı ve “yanmayan” (saldırı tehditlerine karşı güven içinde) bir dünyadır. (Taha; 20/118-119). Fakat bu bir takım muhterislerin kendi eleriyle yaptıkları yüzünden gerçekleşememektedir.
Kur’an bir ülkenin açlık ve şiddetli yoksulluğa düşme sebebini şöyle açıklar: “Bir ülke düşünün; halkı güven ve huzur içinde yaşıyor. Bolluk ve refah içinde yüzüyorlar. Derken Allah’ın nimetlerini inkar ediyorlar. Yaptıklarına karşılık Allah da onları açlık ve korkuyla tanıştırıyor.” (Nahl; 16/112).
Onların yaptıkları neydi ki açlık, yoksulluk ve korkuyla tanıştılar (tattılar)?
Bunu anlamak için Kur’an’ın dünyasında özel bir anlama sahip “Allah’ın nimetlerini inkar etmek” tabirini iyi anlamak lazımdır. Bakın aynı sure içinde bu nasıl açıklanıyor: “Zenginler (rızıkta üstün kılınanlar) mallarını ‘Arada fark kalmaz, eşit hale geliriz’ diye yanındakilerle paylaşmıyorlar. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?” .” (Nahl; 16/71).
Demek ki bir ülkede açlık ve yoksulluk “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin” yani “üsttekilerin” mülkiyet hırsıyla “alttakiler” ile eşit hale gelmek istememeleri yüzünden olmaktadır. Bu durumun sürüp gitmesi Allah’ın nimetini (rızık ve rızık kaynaklarını) inkar ve halka karşı işlenmiş bir suçtur.
Bugün için açlık ve yoksulluk Kur’an’ın mantığı açısından birince dereceden bir sorundur. Bütün her şey bundan sonra gelir. “Açlık, korku ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edilme” sanıldığının aksine, Allah’ın bunları kullarına musallat edip “Bakayım ne yapacaklar?” diye gökten olup bitenleri seyretmesi değildir. Bilakis rızık ve rızık kaynaklarını mülkiyetlerine geçirerek açlık ve yoksulluğa neden olanlar engellenmezse bunların sürüp gideceği, belamızı kendimiz istediğimiz için Allah’ın da bunu bize tattıracağının varlığın (hayatın) diliyle konuşularak hatırlatılmasıdır…
FUKARÂ: “Fakirler” demektir. Kök olarak “Omurga kemiği kırılmış” manasındadır. Türkçe’de “fıkra” da aynı kökten. Bu durumda “fıkra anlatmak” yazı gibi tüm ayrıntıları içermeyen, kırılmış omurga gibi atlanmış, kırık anlatım demek. Eskiden köşe yazarlarına “fıkra muharriri” denirdi. Yani anlatımı zayıf, konularını derinlemesine ele almayan, üstünkörü yazan manasında. Arap zayıf deveye de “fakr” demiş…
Terim olarak fakirin, türlü tanımlar yapılmışsa da üzerinde ittifak edilen görüş “temel ve zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayan kimse” olduğudur. Bunlar da insanoğluna şu dünyada lazım olan yeme-içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarıdır. İşte bunları kendi çabası ile karşılayamayan kimseye fakir veya yoksul diyoruz. Kişi bunları karşılayamayınca beli bükülüyor, “omurgası kırılıyor” ve dik duramaz hale geliyor. Kur’an’da “alttakiler” içinde en çok kullanılan kavram budur. Hemen hemen tüm zekat, infak, sadaka, karz, i’ta vb. vermeye yönelik ayetlerde ilk sırada geçer.
Günümüzde “işsiz” kategorisine takâbül ettiği söylenebilir. Çünkü işsizin yeme-içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak bir işi olmadığı için geliri de yoktur. Bu durumda işsiz beli bükük, omurgası kırık kişi olur.
MESÂKİN: “Yoksullar” demektir. Kök olarak “sakin olan, susan, duran, dinen şey” manasındadır. “Sukûn” hareketin durması, “seken” ise mülkü olmadığı halde kira veya başka bir şekilde evde oturmak demektir. “Meskûn mahal” veya “Mahalle sâkinleri” buradan gelir.
Fukarâ ile mesâkin arasında şöyle bir fark olduğu söylenebilir: Fukâra işsiz olduğu için zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak gelirden yoksun olanlar, mesâkin de işi olduğu halde geliri zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyenler, bu nedenle de geçim sıkıntısı çekenler demektir. Öyleki işi olduğu, kira da olsa bir evde meskun bulunduğu için görenler onu hali vakti yerinde birisi sanmaktadır. Halbuki geliri zaruri ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetmemekte, geçim sıkıntısı çekmekte ve bunu da sâkin durarak, susarak kimselere söylememektedir. İşte mesâkin budur…
Bugün için dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcamasının (açlık sınırı) mayıs ayında 826,19, gıda harcamasının yanı sıra giyim, konut, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu harcamaların (yoksulluk sınırı) 2691,18 lira olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin neredeyse 4/3’ü fukarâ ve mesâkin oluyor. BÂİS: “Şiddetli sıkıntı çeken” demektir. Şiddetli darlık, yokluk, çaresizlik, açlık, savaş manalarına gelir. Fukarâ ve mesâkin’den daha şiddetli yoksulluğu ifade eder. İbn Abbas’a göre Bâis, şiddetli yoksulluğu yüzünden ve elbisesinden belli olan kimsedir. Çünkü fakirin fiziki görünümü böyle değildir. Fakirin elbisesi temizdir ve yeterli gıda aldığı da yüzünden belli olmaktadır (Razi). Bu durumda Bâisûn, şiddetli fakr-u zaruret içinde olduklarından istemek zorunda bırakılan hatta yalvartılan “yalınayaklıları” ifade eder. Kur’an’da “el-Bâise’l-Fakîr” şeklinde geçer. (Hac; 22/28).
MUMLİG: “Fakir düşmekten korkan” demektir. Kur’an’da şöyle geçer: “Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürmeyin” (En’am; 6/151), “Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır” (İsra; 17/31).
Mumlig ile memluk arasında yakınlık olduğu anlaşılıyor. Memluk başkasına köle olmuş kimse demektir. Kur’an’ın indiği dönemde Mekkeliler kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekteydi. Çünkü yoksulluk belasından Mekkeli tefeci bezirgânlardan borç para almakta, daha sonra bunları ödeyememekte ve tefeciye köle olmaktaydılar. Eşlerini ve kızlarını da onlara vermekte ve umumhanelerinde çalıştırılma zilletine katlanmak zorunda kalmaktaydılar. İleride kızlarının başına bu gelmesin diye de çocuklarını diri diri gömmekteydiler. İşte bu çeşit yoksulluk “İleride tefecinin eline düşerek yoksullaşır, ona köle olur, beni, eşimi veya kızımı ne olur bırak diye yalvarmak zorunda kalırım” korkusunu ifade ediyor. Onun için olsa gerek mumlig, sözlüklerde “boyun eğen ve yalvaran yoksul” diye tarif edilmiş (İbn Manzur).
MUSRİM: “Kararmış, solmuş” manasındadır. Bahçe sahiplerinin bahçesine felaket gelip ürünü toplayamadıkları, böylece bahçeleri kararıp solduğu için yoksullaştıkları anlatılırken kullanılır. (Kalem; 68/20). Dolayısıyla musrim, zenginin yoksul durumuna düşmesi demektir. Günümüzde afet, iflas, icra, ipotek, ağır borç vs. sonucu zenginin malı ve serveti elden giderek fakir düşmesine tekâbül eder. “Sınıf atlamanın” tersidir.
MAHRÛM: “Yasaklanmış” demektir. Türkçe’de de kullanılan “mahrum bırakılmak” manasındadır. Diğer yoksulluk kavramlarından farkı elinden bir iş geldiği, bilgisi ve becerisi olduğu halde haksız yere bunları kullanma imkanı kendisine verilmeyen, yasak konan, engellenen, bundan dolayı da yoksul ve muhtaç duruma düşen demektir. “Kamu hizmetinden mahrumiyet” bunu ifade eder. Kur’an’da zenginlerin malında yoksullar (sâil ve mahrûm) için hak olduğu söylenirken geçer. (Zariyat; 19/51, Mearic; 50/25). Genel olarak da Allah’ın yarattığı rızık (ürün) ve rızık kaynaklarından (üretim araçları) mahrum bırakılan bütün yoksulları ifade eder.
MUHTAÇ: “İhtiyaç sahibi” demektir. Hacet, ihtiyaç, muhtaç kelimeleri buradan gelir. Kur’an’da Allah’ın yarattığı rızık (ürün) ve rızık kaynaklarına (üretim araçları) insanların ihtiyaç duyması manasında kullanılır. Allah evcil hayvanları yaratmıştır ki insanlar yiyeceklerini ve binitlerini onlarla karşılasın diye. Nice faydaları olan bu hayvanlarla “ihtiyaçlar” giderilir (Mu’min; 40/850). Gemiler, su, ırmak, deniz, toprak, bahçe ve madenlerde de nice faydalar vardır. Bütün bu rızık ve rızık kaynakları insanlar içindir. Fakat bunların etraflarına “çit” çevirilip özel mülkiyete alınması yüzünden Allah’ın kullarından kimileri buralara sokulmamakta, dışarıda tutulmaktadır. İşte “muhtaç” bunlardan uzak tutulan, yararlandırılmayan kimsedir.
Oysa “iman” kalplerine yerleşmiş olanlar ve daha önceden buralara (rızık ve rızık kaynaklarına) yerleşenler, sonradan gelenleri (hicret edenleri) sevgiyle bağırlarına basarlar ve onlara verilenlerden dolayı haset etmezler. Kendilerinin “ihtiyacı” olsa bile onları kendilerine tercih ederler. Kim bencilce hırslarından (servet, siyaset, şehvet, şöhret) tutkusundan arınırsa işte onlar kurtulmuştur (Haşr; 59/9).
SÂİL: “İsteyen” demektir. Daha doğrusu istemek zorunda kalan manasındadır. Yukarıdaki “Bâis” ile benzer anlamdadır. Bâis’de istemenin nedeni (şiddetli fakr-u zaruret) öne çıkarılırken, Sâil de şiddetli fakr-u zaruretin sonucu (isteme, dilenme, yalvarma) öne çıkarılır. Bu duruma düşmüş olan için peygambere şöyle ‘emredilir’; “Sakın isteyeni/yalvaranı azarlama!” (Duha; 93/10). Sâil, aynı zamanda suâl soran demek, mes’ele de buradan gelir. Dolayısıyla soru soranı, bir mes’elesi olduğunu söyleyeni, senden yardım isteyeni sakın azarlama, küçük görme manasına da gelir.
YETİM: “Öksüz” demektir. Arapların “eşsiz inci” (durre yetim) sözünden alınmıştır. İnci nasıl diğer taşlar arasında benzersiz ise yetim de diğer insanlar arasında kimsesi olmaması bakımından benzersizdir. Öksüz, eski Türkçe’de (8.yy) Anne (ög) kelimesinin (süz, sız) olumsuzlama ekiyle kullanılmasından geliyor. Göğüssüz (öğ-süz) yani yaslanacak bir anne göğsü bulamayan demek. Kur’an’da yukarıdaki sâil için söylenen aynen yetim için de söylenir: “Sakın öksüzü hor görme/üzme” (Duha; 93/9).
Daha geniş açıdan bakarsak, bugün için kimisi annesi babası olmama anlamında, onları bir şekilde kaybetme anlamında, kimisi toplumu içinde yalnız kalma anlamında öksüzdür. Babası, annesi olmayan, toplumunda yanlış anlaşılan, doğruyu söylediği için dokuz köyden kovulan, onca gürültü arasında sesini duyuramayan, sözü yarım kalan, dışlanan, mahkûm edilen, çaresiz kalan, kapısı çalınmayan, unutulan, terk edilen, taşlanan herkese öksüz demek icap eder. Bunlar da “alttakiler”dir.
İBNU’S-SEBİL: “Yolun oğlu” demektir. Genelde “yolda kalmış” olarak çevrilen bu deyim aslında “Yolu (önü) kesilmiş, düşürülmüş” dediğimiz şeydir. İbn sözcüğünün “bina yapmak” kökünden geldiğini düşünürsek belki bir fikir verebilir. Yoluna adeta bina yapılan, önüne engel çıkarılan, yolu kesilen manası buradan gelir. Demek ki İbnu’s-Sebil deyimini başkasının gadrine uğramış, önü kesilmiş, düşürülmüş olarak anlamak icap eder.
Bugün için örneğin siyasî mültecîler, suç çetelerinin eline düşenler, haksız yere zorla borçlandırılanlar, beyaz kadın tacirlerinin, organ mafyasının, kaçak insan avcılarının eline düşenler, rehin alınanlar, sokak çocukları vs. bu sınıfa girer.
O devirde İbnu’s-sebil diye daha çok dışarıdan gelip de o günkü Mekke’deki “Kabe çetesinin” (Ebu Cehil, Umeyye bin Halef, Velid bin Muğire vs.) yani Mekkeli tefeci bezirgânların eline düşenler kastedilmekteydi.
Böyle bir olayda (peygamberlikten önce) bir tefeci bezirgân (Ebu Cehil) Mekke’ye kızıyla birlikte gelen bir yabancının malına el koyarak kızını elinden almak istemiş, olay Hilfu’l-Fudul’e intikal edince genç Muhammed tefeci bezirgânın evini kuşatarak mağduru zor kullanarak kurtarmış, kızını ve malını “yolu kesilmişe” (İbnu’s-sebîle) iadeye mecbur etmişti. (İbn Hişam).
ĞÂRİM: “Borçlu” demektir. Birinci dereceden borçlu, zaruri ihtiyaçları (yeme-içme, giyinme, barınma, sağlık) için borçlanan, ikinci dereceden sel, yangın, deprem gibi afetlere maruz kalanların borçlanması kişiyi ğârim (borçlu) yapıyor. Kur’an’da zekat verilecek sınıflar sayılırken işte bu borçlular da zikredilir. (Tövbe; 9/60).
Bugün için “sosyal güvenlik” dediğimiz uygulamalara tekâbul etmektedir. Ancak bunun infak fonlarından, karşılıksız, kâr amacı olmadan, adalet devletinin sosyal güvenlik politikaları kapsamında ve sıkı bir denetim içinde yapılması gerekiyor. Aksi halde kapitalizmin kâr ve prim sistemiyle çalışan sosyal sigorta kurumundan farkı kalmaz ve “faizsiz bankacılık” türünden abdestli kapitalizm üretilmiş olur.
RİGÂB: “Gözetim altında olanlar” demektir. Murâkabe de buradan gelir. Tarihsel anlamda Kur’an’ın indiği sıradaki “köleleri” ifade eder. Çünkü onlar özgürlüklerinden mahrum bir şekilde efendilerinin gözetimi altındaydılar. Ragabe şeklinde söylendiğinde boyun anlamına da gelir. Bu durumda boyunduruk altına alınmak suretiyle gözetim altında tutulmak manasına gelir. Kur’an’da daha ilk surelerde “Fekku Ragabe” (boyunduruğu kırmak, parçalamak!) denmek suretiyle “kölelere özgürlük” çağrısı yapıldığını görürüz.(Beled; 90/13).
Günümüzde Rigâb, siyasî, sosyal ve iktisâdî anlamda özgürlüğü kısıtlanan, insanî haklarından mahrum bırakılan ve başkasının boyunduruğu altında yaşayan herkesi ifade eder.
ÂMİL: “İş yapan” demektir. Kök olarak bir ameliye gerçekleştiren demek olup özel anlamda zekat memurları demektir. (Tövbe; 9/60). O devirde devlet kurumları bugünkü gibi gelişmiş olmadığından ve savaşa katılanlara ganimetten pay verildiğinden zekat işleri ile ilgilenenlerden başka memur statüsünde pek kimse yoktu. Dolayısıyla “âmil” devlet memuru anlamında “kamu görevlisi” demek oluyor.
Bugün için “kamu emekçileri” (bordro mahkumları!) dediğimiz sınıfa tekâbül eder. “Amele” de bu kökten gelir. Bu manada, daha geniş açıdan “işçi” (âmil) demek olur ki tüm işçiler (ummâl) bu kapsama girer; tarım işçisi (âmili’z- zırâî), fabrika işçisi (âmili’l-mesna’)…
UZERÂ: “Özürlüler” demektir. Kur’an’da kör (a’mâ), topal (a’rac), hasta (marîz) olarak geçer. “Köre sakınca yoktur, topala sakınca yoktur, hastaya sakınca yoktur” (Nur; 24/61) ayetinden anlaşılacağı gibi, bu ayetlerin indiği sırada toplumda özürlü olanlara (kör, topal, hasta vs.) kimi ayrıcalıklı muameleler oluyordu. Örneğin bazı kimseler bu tür özürlü kişilerle aynı sofraya oturmuyor, onlardan lanetli gibi kaçınıyordu. Özürlüler de, kendilerini eksik hissetmelerinden dolayı, sağlıklı olanların sofralarına oturmaktan çekinir hale gelmişti (Razi, İbni Kesir, Kurtubi). Bu durum toplumda sağlığı yerinde olanların iyi, özürlü olanların eksik ve kötü olduğu şeklinde bir anlayışın yaygınlaşmasına neden olmaktaydı.
İşte Kur’an, sağlıklı-özürlü diye bir ayrımcılığın söz konusu olamayacağını, özürlülere yarım insan muamelesi yapmanın doğru olmadığını beyan ederek “Köre sakınca yoktur, topala sakınca yoktur, hastaya sakınca yoktur” diyor. Ayetteki (Nur; 24/61) sakınca yoktur (ve lâ… haracun) kelimesi bu bağlamda “ayrıcalıklı muamele yoktur” anlamındadır. Çünkü ayet, söz konusu ayrıcalıklı muameleleri ortadan kaldırmak için gelmiştir.
Bugün için toplumda bedensel engelliler/özürlüler dediğimiz kesime tekâbül eder. Bunlar da “alttakiler” olup Kur’an onlara da sahip çıkmaktadır.
FETEYÂTİ’L-BİĞÂ: “Fuhuş (genç) kadınları” demektir. Kur’an’ın, fuhuş tacirlerinin eline düşmüş genç kız ve kadınlara da sahip çıktığını görüyoruz: “Dünya hayatının geçici zenginliğini kazanacaksınız diye, sakın namusuyla yaşamak istediği halde elinize düşmüş (genç) kız ve kadınları fuhuş yapmaya zorlamayın. Her kim onları fuhuş yapmaya zorlarsa Allah, kendilerine zorla yaptırılan bu işten dolayı onları bağışlayacak, sevgi ve merhametine alacaktır; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Nur; 24/33). Bu ayet, eline düşen kadınları fuhuş sektöründe çalıştırarak servet yığan Abdullah bin Ubeyy’in “köle ve cariye” pazarını kapattırmak için nazil olmuştu (Razî, İbn Kesir, Kurtubî).
Bugün için “seks köleleri” denilen fuhuş dünyasına tekâbül ettiği söylenebilir. “İffetiyle yaşamak istediği halde zorla yaptırılmak” kaydını koyarak fuhuş kadınlarına (feteyâti’l-biğâ) sahip çıkması, Kur’an’ın “alttakileri” nerelere kadar sahiplendiğinin apaçık göstergesidir. Zorbalıktan kurtarılıp onlara mağfiret ve rahmet edileceği söyleniyor!
***
Açlar, işsizler, yoksullar, yalınayaklılar, mahrumlar, muhtaçlar, köleler, borçlular, çaresizler, öksüzler, dışlanmışlar, yalnız kalmışlar, yolu kesilmişler, düşürülmüşler, bordro mahkumları, işçiler, emekçiler, özürlüler, fuhuş mağdurları…
Zulüm altında inleyen ve ‘bize bir kurtarıcı gönder’ diye yalvaran tüm ezilen erkekler, kadınlar, çocuklar…
Velhasıl bütün o alttakiler…
Kur’an bütün bunlara zaafa uğratılmışlar/ezilenler (mustaz’afîn) der. (Nisa; 4/75).
Bir toplumda bunlar varsa Kur’an’ın tavrının tereddütsüz onlardan yana olacağına hükmedebilirsiniz. Tüm Kuran boyunca bunun hiç şaşmadığını görürüz.
Görülüyor ki Kuran’ın bir toplumda “ezilenler ve hor görülenlerden” yana tavrı apaçık ortadadır.
“Üsttekilerin” elinden çekip alarak, tekrar ilk ortaya çıktığında olduğu gibi “alttakilerin” sesi, soluğu ve çığlığı olarak yeniden okumadıkça Bu Kitab’ı, tuzu kuruların elinde dolanıp duran bir “ayin ritüeli” ve “tapınak kitabı” olmaya devam edecek demektir…
Bu Kitap tuzu kuruların elinden çekilip alınmayı beklemektedir.
Bu Kitap onların elinde “mehcur” (terk edilmiş, temel mesajlarından uzaklaştırılmış, sinirleri alınmış) durumdadır.
Lisân-ı hâl ile “halkım beni terk etti” diye gece gündüz ağlamakta, için için inlemektedir.
Ey o bütün alttakiler! Sesinize, soluğunuza, çığlığınıza sahip çıkın!
“Firavun yeryüzünde büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir grubu ezmek istiyordu. Oğullarına kurbanlık muamelesi yapıyor, kadınlarını hayâsızlığa zorluyordu. Sürekli terör estirip duruyordu. Biz ise yeryüzünde ezilenlere (alttakilere) lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk. Onları yeryüzünde işbaşına getirmek suretiyle, Firavun, Haman ve ordularına (üsttekilere) korktuklarının başlarına geleceğini gösterelim istiyorduk.” (Kasas; 28/4-6)