2 Ekim 2010 Cumartesi

GÖÇEBE-SÖZLÜ KÜLTÜRÜMÜZÜN MAHZURLARI

GÖÇEBE-SÖZLÜ KÜLTÜRÜMÜZÜN MAHZURLARI
Göçebe bir geçmişten gelmenin ve sözlü kültür dairesinde yaşamanın birçok olumlu özelliğinin yanı sıra, topluluğun var kalma ve özgün uygarlığını oluşturma noktalarında zaaflara yol açan mahzurları da bulunmaktadır. Göçebe-sözlü kültürün mahzurları arasında en önde geleni, muhafazakâr söylemde “öz-benliğini koruyamama” şeklinde karşımıza çıkan Türk yaşama tarzının devamlılığında, nesillere aktarılmasında yaşanan güçlüklerdir.
W. Eberhard’ın Çin Tarihi kitabındaki “Mao-tun bir feodal devlet kurmuştur, fakat bu, Çin feodal devletine nazaran daha merkezleştirilmişti ve zirai olmayıp göçebe idi. Kendi saray erkânı için memurlar celbediyor ve Çin saray memurlarına tekabül eden memuriyetler ihdas ediyordu. Bu memuriyetlerin çoğu Çinliler tarafından işgal edilmiş görünüyor; çünkü kibar Hsiung-nu’lar, asıl haremağalarının gördükleri bu işleri herhalde kabul etmemiş olacaklardır. O zamanlar bir tahrirat kalemi kuruldu, fakat görünüşe göre, Hsiung-nu’ların henüz yazıları olmadığı için Çince yazmışlardır. Kâtipler de Çinli idi: Çinliler askeri daireye de alınırdı ve bunlar Çinlilere karşı yapılan muharebelerde müşavir olarak kullanılırdı. Çünkü Çinlilerle yapılan savaşlar başkaydı, göçebelerle yapılan savaşlara benzemezdi” sözleri üzerinde çok düşünmek gerekir. Bu sözlerdeki anlamı kavrayabilirsek bir başka Batılı araştırmacının “Çin’i fetheden yabancılar, kısa sürede kökenlerini unutup Çin’in hükümdarları olarak, Çinliler’den daha çok Çinli oldular, ‘Çinlileştiler’” sözleri bizim için aşikâr hale gelir. Burada sözü edilen yüksek Çin kültürünün içinde eriyip giden kavimlerin, atalarımızdan bazıları olduklarını, Çin’de 386 yılında Türk asıllı boylar tarafından kurulan Tabgaç Devleti’nin zamanla Çinlileşip Wei Hanedanı adını aldığını biliyoruz.
Tüm bunlar nedeniyle Selçuklu döneminde “Türk iti şehre inince Farsça ürer” sözü, atasözü düzeyine yükselmiştir. Türk boylarının göç ettikleri topluluklar içinde hızla dönüşmeleri veya yok olup gitmelerinde, kendi tarihlerini yazacak, anlatılarını yeniden inşa edecek melekelerinin yeterince güçlü olmayışının payını da unutmamak gerekir.
Göçebeler hakkında bilgi veren yazılı kaynaklar, ancak onları dışarıdan gözlemleyenlerin yazdıklarıdır; göçebelerin kendi yazdıkları bir tarihleri yoktur. Bunun nedeni sözlü kültür dairesinde yaşamalarıdır. Türk tarihçileri bu ironik durumu “Fetihleri siz yapın, tarihinizi başkaları yazsın” diyerek hayretle karşılamakta; göçebe Türklerle ilgili araştırmalar yapanlar da bu nedenle sözlü kültür ürünleriyle, örneğin ağızdan ağza söylenen çeşitli olaylarla ilgili destanlar, efsaneler, masallar, halk hikâyeleri, hatıralar, ağıtlar, maniler, türküler, atasözleri ve menkıbelerle yetinmek durumunda kalmaktadırlar.
Atalarımız nasıl Orhun Anıtları’nın yazıcılarını dahi Çin’den getirtmek zorunda kalmışlarsa aynı nedenlerle Cumhuriyet’in ilk zamanlarında kalem erbabı hiç Türk soylulardan olmadı. Uygarlıkların birçok ürününe çok çabuk uyum sağladığımız doğru ama bu uyum yeteneğimiz bizi bir türlü yazıya ısındıramadı, hâlâ tam anlamıyla yazılı kültür dairesi içine giremedik.
Bu arada bir noktanın belirtilmesi çok önemlidir: İyi bilinen yakın Türk tarihinde, Selçuklu, Osmanlı ve özellikle Cumhuriyet dönemlerinde yöneticiler yazılı kültüre duyulan ihtiyacı hep anlamış, dönemlerinin anlayışına uygun eğitim politikaları izlemişlerdir.
Göçebe toplumun iskânı kadar eğitimi de hep ön sıralarda çözüm gerektiren sorunlar
olarak görülmüştür. Cumhuriyet döneminde yazıyı topluma yaygınlaştırabilmek için eğitim seferberlikleri düzenlenmiş ve nihayet son bütçelerde eğitime ayrılan pay, silahlı kuvvetlere ayrılanı bile geçmeye başlamıştır. Selçuklu’da Farsçaya duyulan mecburiyet, Osmanlı’da Türkçenin daha çok miktarda yazılı dile katılmasıyla kısmen kırılmış, Cumhuriyet döneminde okuyup yazılması daha kolay Latin harfleriyle Türkçe yazı dili haline gelebilmiş, dolayısıyla yazılı kültüre geçmeyi zorlaştırdığı söylenen halkın kullandığı dil ile yazı dil ayrımı giderilmiştir. Tüm bunlara rağmen, ne kadar gazete ve kitap okuduğumuzu ortaya koyan araştırmalar bile hâlâ büyük ölçüde sözlü kültür dairesinde kaldığımızı açıkça göstermektedir.
Türk’ün uygarlıklar karşısında kendisine hedef aldığı “en iyiyi, en yeniyi, en güçlüyü izle!” formülünün ortaya çıkışında da sözlü kültürün tek başına yeterli olamayışının büyük etkisi vardır. Kitabilik, herhangi bir inanma ve yaşantı biçiminin belli bir zamana ve mekâna sabitlenmesinde çok önemli bir işlev görür. Kitabilik sayesinde ritüeller ve metinler kanonikleşir, insanlardan hayatlarını ve inançlarını bu kanona göre düzenlemeleri istenir. Bu şekilde bir inanç omurgası, ortodoksi oluşur. İnsanlar, inanç ve yaşantılarında çeşitli nedenlerle savrulmalar olduğunda bu kanonlara göre kendilerine çekidüzen verirler. Şifahi kültürlerde kitabi kültürlerdeki bu kanonik direnç bulunmaz. Dinler tarihinde mezheplerin hep matbaanın keşfinden önce ortaya çıkması tesadüf değildir. Bugün bir Türk kent kültüründen söz edemiyorsak ya da kent yaşamımızda daha ziyade olumsuz görünümler gözümüze çarpıyorsa, bunda yalnızca göçebelik nedeniyle mekânla kurduğumuz iğreti ilişki ve çarpık kentleşme değil, davranışlarımızı kentli kalıplar halinde düzenleyecek bir yazılı kültüre sahip olamayışımız da rol oynamaktadır.
Evet, bugün arı duru Türkçenin ayakta kalmasında güçlü bir sözlü kültür geleneğimizin olmasının payı büyüktür ama yalnızca sözlü kültürle dilinizi ilanihaye koruyacağınızın bir garantisi bulunmamaktadır. Kökleşmiş, yaygınlaşmış yazılı bir kültürel geleneğiniz yoksa, pek doğal olarak dilinize sahip çıkma arzunuz, yüksek bir dil bilinciniz de olmayacaktır. Sözlü kültürün insanı, konuşmayı, muhabbeti çok sever ama ne konuştuğu ve söylediklerinin kaynağının ne olduğu konusunda aynı özeni göstermez. Uygarlıklar ve dinler karşısında, genellikle “hoşgörü” deyip geçtiğimiz ve fazlaca üstünde durmadığımız ama aslında adeta “edilgen-alıcı” denilebilecek tutumunuz, yazılı kültürler karşısında da kendini gösterir; dilinizin yabancı diller karşısında yaşadığı işgali ve dejenerasyonu kaygıya kapılmadan, ilginç bir kayıtsızlıkla izlersiniz.
“2000’li yılların Türkiye’sinde kentli eğlence kültürü, çoğunlukla İngilizce/Amerikan İngilizcesi, az da olsa Fransızca kökenli terimlerin işgali altındadır. ‘Fitness center, aqua park, aerobik salonu, cafe, western cafe, roof bar, lunapark, game center, game land, fantasy land, cafe de Paris, le cigare, Chiness restaurant, bungee jumping, treaking, surf, safari, rafting’ gibi yüzlerle hatta binlerle ifade edilen bu yabancı terimlerin varlığı, Türk sosyokültürel yapısındaki değişimin ve dönüşümün, daha doğrusu çözülmenin en açık göstergeleri olarak kabul edilmelidir. Dikkat çekici bir diğer nokta da bu terimlerin ve sözcüklerin yazılmasında ve okunmasında, alındıkları dilin imlasının kullanılmasıdır.”
Ancak burada verilen kelime örneklerinden yola çıkılarak, son dönemde modernleşme karşısında yaşanan bir kültürel dejenerasyondan bahsettiğimiz düşünülmemelidir. Uzun zamandan beri dilimizde yer etmiş, park, piknik, kamp gibi yabancı kelimeleri bir kenara koysak dahi, sözlü kültürün temel sözleri olan “sohbet”in Arapça, “yaran”ın Farsça olması bile dil özensizliğimizin her dönemde olduğunu açıkça ortaya koyar niteliktedir. Anadolu’nun pek çok yöresinde yemek, yakıt ve içecek giderlerinin ortaklaşa karşılandığı eğlencelerin “örfene, ferfane, erfane, erfene” gibi adlarla anılmasının Arapça “ortaklaşa” anlamındaki “harifane”den bozma olması çok düşündürücüdür.
Eski Türk inançlarının belirgin etkisinden bahsedilen Alevi-Bektaşi inançlarındaki söz dağarcığının bile önemli ölçüde Arapça ve Farsça olması da bu çerçevede değerlendirilmeli, yabancı diller karşısındaki konumumuzun yalnızca yönetici sınıfların tavrıyla ilgili bir olgu olmayıp daha köklü temellere dayandığı anlaşılmalıdır.
Kendisi de Farsça yazan Selçuklu tarihçisi İbn-i Bibî’nin Selçuklular döneminde Farsçanın, resmi konuşma ve yazışma dili olmakla beraber, çoğunluğu Türk olan sıradan halktan, sultanlar ve vezirlere kadar herkesin ilgi odağı haline geldiğini ve insanların Farsçaya hakimiyet konusunda birbirleriyle yarışa girdiklerini gösteren bir olayı nakletmesinin Türk tarihinde her dönemde ve bugün de benzer örnekleri vardır.
Göçebelikle bağlantılı sözlü kültürün en önemli mahsurları arasında mutlaka düşünce hayatına ve bilimsel düşünceye ilişkin olanlar da sayılmalıdır. Her ne kadar Türklerin ortak özelliklerini sıralayan Roux, yöneticilerimizdeki bilim ve sanat hamiliğine vurgu yapsa da biz bunun Türklere özgü olmaktan ziyade imparatorluk veya devlet geleneğiyle ilgili olduğunu düşünüyoruz. Zira düşünce hayatı ve bilimin de doğrudan doğruya yerleşik-yazılı kent kültürüyle ilişkili olduğunu görüyoruz.
Bu nedenle büyük devletler kurup uygarlıklar, dinler, diller arasında aracılık eden, bilim ve sanat hamiliğiyle tanınan Türkler, devlet örgütlenmesi ve hukuk alanında her zaman beklenen atılımları yapma yeteneğini haiz olsalar da, mimari, musiki ve şiir alanında daima başarılı ürünler verseler de, bilim ve felsefe alanlarında ileri gidememişlerdir.
Gençlik yaşlarında Türk Tefekkürü Tarihi’ni yazan Ülken (2004), olgunluk dönemlerinde kaleme aldığı yazılarda Türklerin tefekkür alanındaki durumlarından şikâyetçi olmuş, bilim ve felsefe alanında tam bir kapalılık ve skolastisizm yaşandığından, ancak formel mantıkta kılı kırk yaran eserler verilebildiğinden, Ortaçağ İslam filozoflarının, Mevlana ve Muhyiddin Arabi’nin eserlerini şerh etmekle yetinildiğinden bahsetmiştir. Ülken, bunları söylerken elbette Türk tefekkürü hakkında önceki düşüncelerinden vazgeçmemiştir. Ülken’in fark ettiği, bizim de tarihe yayılan bir tefekkür hayatımız olmasına rağmen bunun benzerlerinden oldukça farklı olduğudur.
Elbette göçebe de düşünür ama pek tabii olarak ihtiyacı olmayan felsefi düşünceyi üretemez. Felsefi düşünce üretememenin nedeni yalnızca ihtiyaç duymamak değildir, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, göçebe-sözlü kültürdeki düşünce biçimi ve zihniyet yapısı da; nesnel dünya ve kendi üzerine düşünmeye odaklanmadığından felsefi düşünceye manidir.
Felsefi düşünce için durmak, nesnel dünya ve kendi üzerine düşüncelere dalarak saptananları soyut kategoriler halinde belleğe ve yazıya kaydetmek gerekir. Mekânla iğreti ilişkisi nedeniyle bedeni sürekli yer değiştiren göçebe, söze yaslanıp kalıp yapılarla zihnini sabitlemeye çalıştığından, bırakın onun için uğraşmayı felsefi düşünce için gerekli olan iç derinliklere göç ihtiyacını engellemeye çalışır. Göçebe şimdiye, an’a çakılıdır, düşüncesindeki en mühim soru, pratik olarak şimdi ne yapılması gerektiğidir. O teoriden ziyade pratik akıl alanında yetkinleşmiştir. Siyaset etme de eninde sonunda pratik aklın bir unsuru olduğundan Türklerin devlet kurma, yönetme yetenekleriyle göçebe düşüncesi arasında güçlü bağlar olsa gerektir.
Türklerin göçebe-sözlü kültürlerinden dolayı düşünce hayatında ve bilim üretiminde ileri gidemedikleri, pratik akıl ve siyaset alanında yetkinleştikleri şeklindeki görüşlerimize Farabi ve İbni Sina gibi etnik kökeni Türk olan önemli şahsiyetler örnek verilerek karşı çıkılabilir. Farabi, İbni Sina gibi Türk kökenli şahsiyetler elbette düşünce ve bilim tarihinde çok önemli bir yer tutarlar, lakin onlar da etnik kökenleriyle anılmazlar, İslam düşüncesi içinde değerlendirilirler. Bugün de kendi alanlarında oldukça başarılı bilim insanlarımızın, felsefecilerimizin bulunması kişisel yeteneklerle açıklanabilen münferit olgular olarak ele alınmak durumundadır. Türklerin gerek özgün düşün gerek ekol düzeyinde, düşünce tarihine belirgin bir katkılarının olmadığı şeklindeki görüşleri maalesef kabul etmek durumundayız. Aynı acı tablo bilim alanında da söz konusudur. Her ne kadar son dönemde ülkemizde bilimsel yayın sayısı konusunda bir yükselişten bahsediliyorsa da gelişmeler yaratıcı, keşif niteliğindeki çalışmalarda değil, Batı’da yapılmış olanların aktarılması, genişletilmesi, yinelenmesi şeklindedir. “En iyiyi, en güçlüyü, en yeniyi izle!" formülüne başvurmamız nedeniyle teknolojik gelişmeleri inanılmaz bir süratle alıp kabullenebiliyoruz ama öncü bilimsel çalışmalarda aynı atak tavrı gösteremiyoruz.
Bu arada bizde olup da Batı’da olmayan bir bilgili insan tipinden söz etmeli, sözlü kültürümüzün hakkını yememeliyiz. Hikmet sahibi, bilge kişiler değil bahsetmek istediklerimiz; “Batı’nın bilimi Doğu’nun bilgeliği” gibi tartışmalara da dalmak istemiyoruz. Salt söze dayalı bir kültürde, ezberleme yetisine her zaman büyük değer verilir, zira yazılı sözlerin bulunmadığı yerlerde insan zihni ayaklı bir kütüphane gibi işlemek zorundadır. Bu tür bir zihinsel işleyiş, bizde adlarına “allame” diyebileceğimiz, inanılmaz düzeyde bilgi yüklü, adeta “ayaklı kütüphane” gibi kimseler ortaya çıkarmıştır. Gerçekten de bizimki gibi “ayaklı kütüphane” örneklerine Batı’da hemen hiç rastlanmıyor. Obsesif bir tavırla önlerine gelen kitapları toplayan bibliyofillerden bahsetmiyoruz. “Allame” dediğimiz kimseler, kendileri yazıya, kitaba aşina olan ama sözlü kültür içinde yaşadıkları için bildiklerini de diğerlerine anlatmak zorunda kalan insanlar arasından çıkan günümüz dünyasının fevkalade istisnai tipleridir. Geniş bir dinleyici kitleleri olan bu kimseler, yalnızca geniş bilgi hazneleriyle değil derinlemesine kavrayışlarıyla da çevrelerine ışık saçarlar ama en büyük eksiklikleri okumak ve anlatmaktan yazmaya vakit bulamamalarıdır.
Peki, en önemli soruyu, şimdi bitirirken soralım: Göçebe-sözlü kültürden çıkış yolu var mıdır? Türkler tarihte kendilerine özgü bir alfabe geliştirecek kadar yazıya yaklaşabilmiş, yazılı bir edebiyat oluşturabilmiş bir kültür iken neden yazılı kültür dairesine girmekte böyle geciktiler, hatta bunca devlet destekli girişime ve atılıma rağmen Cumhuriyet Türkiye’si niye hâlâ büyük ölçüde sözlü kültür dairesinde içinde? Bu mutlaka cevabını bulmamız gereken hayati bir sorudur ve İslamlaşma sonrası büyük Türk imparatorluklarının; Karahanlı’nın, Selçuklu’nun, Timurlu’nun ve Osmanlı’nın saray çevresinde olağanüstü sentez uygarlık ürünleri ortaya konulmasına rağmen bunu neden halk kitlelerine yaygınlaştıramadığı gibi sorularla da yakın bağlantısı vardır. Birçok başka soru daha sorulabilir ve bu sorulara değişik zaviyelerden birçok farklı cevap verilebilir. Bize göre Türklerin tarihsel psikolojilerini, grup davranışlarını anlamadan sorulacak soruların da verilecek cevapların da hep eksik bir yanı kalacaktır. Türkler göçebe-sözlü kültüre sahip olmalarının yanı sıra savaşçı zihniyet yapısına, potlaca dayalı, segmenter bir toplumsal formasyona da sahiptirler. Tüm bu özellikleri bir arada gösteren bir toplumun da kitaba ve okuryazarlığa önem vermesi, okumuş ve felsefi düşünceye yatkın insanları öne çıkarması pek ama pek zordur. Bu nedenle İslamlaşma öncesinin Alpleri İslam döneminde gazilere, şamanlar velilere, Türk cihan hakimiyeti mefkuresi de “ila-yı kelimetullah” davasına dönüşerek ilerleyecektir. Türk-İslam kültürünün yıldızı, kılıç gücünü ve manevi gücü bir arada simgeleyen “alperen”ler olacaktır (Kaplan, 1985:s.61). Yazılı kültür, yalnızca belli bir çevreyle sınırlı kalacak, buradan neşet eden Gazavatname gibi eserler halka doğru yol alabilecek, bir elinde Zülfikar, diğer elinde maneviyat olan kahraman Hz. Ali, Türk alperenlerinin simgesi olacak, Hz. Ali cenkleri Türklerin kahramanlık duygularını besleyecektir. Bugün hâlâ büyük ölçüde göçebe-sözlü kültür özellikleri taşıyorsak, geçip geldiğimiz bu yollardan dolayıdır. Atalarımız geçmişte bu yolları izleyerek bizi bugünlere getirdiler. Biz öncelikle şimdi burada durduğumuz yere iyi bakmalı, burayı doğru analiz etmeli ve neyi ne kadar değiştirmek istediğimize karar vermeliyiz. Bundan sonra hâlâ göçebe-sözlü kültürden çıkış yolu aranıyorsa, işte o zaman ayrıntılı biçimde konuşmanın vakti gelmiş demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder