1 Ekim 2010 Cuma

Tengriciliğin Yaşayan Bir Yansıması:

Tengriciliğin Yaşayan Bir Yansıması:
Kafatası Kültü - 2
- At Kültü -
Atın, yaklaşık olarak bundan 5500 yıl evvel, MÖ 3500 yıllarında, bugünkü Kazakistan’ın kuzeyinde yer alan Botai kültüründe evcilleştirildiği biliniyor. Atı evcilleştiren Botai halkının, yaşam tarzına bakıldığında Türk oldukları izlenimi uyansa da, bu konuda, tam anlamıyla bir kesinlik, henüz sağlanamamıştır. Bazı bilim adamları, bu kültürün Hint-Avrupalı olduğunu savunurken, birçok bilim adamı da bu kültürün Türk olduğunu savunmaktadır.
Botai kültürü, MÖ 3700 ile 3100 yılları arasında uzun bir süre var olmuş olan bir kültürdür. İlk olarak Sovyet arkeolog Viktor Seibert tarafından bulunduğu 1980 yılından beri yapılan kazılarda, yüz binlerce hayvan kemiği çıkarıldı ve işin en ilginç yanı ise bulunan yüz binlerce kemiğim, neredeyse tamamımın, %99,99’unun at kemikleri olmasıydı.
Gerek Kazak bozkırı, gerekse de Karadeniz’in kuzeyinden Sibirya ve Orta Asya’ya kadar olan bölgede atçılığın çok kısa sürede yayıldığı görülmektedir. Atın hızı, dayanıklılığı ve gücü, onu çevresindeki diğer büyük baş hayvanlardan ayırmış ve kısa zamanda yolculukların, göçlerin ve savaşların aranılan hayvanı hâline getirmiştir. Üstelik bu rolünü de 20. yüzyıla kadar korumuş ve kimseye kaptırmamıştır.
Atın evcilleştirilmesinin iki muhtemel kaynağından biri olan Türkler, diğer milletlere göre ata daha fazla bağlanmış ve atla berâber, ata uygun bir yaşam tarzı geliştirmişlerdir. Doğal olarak da, bu yaşam tarzı dilden, dine, geleneklerden, töreye kadar bütün unsurları etkilemiştir.
Her başarının arkasında olağanüstü ya da güçlü bir at olduğu düşüncesi de, Türklerin zihninde yer etmiş ve böylece at ile aradaki bağlar, çok daha güçlü bir şekilde yaşanmıştır. Manas Destanı’nda geçen Manas’ın atı Akkula’nın önemi çok büyüktür. Hatta başarılarını da büyük ölçüde ona borçludur. Ayrıca Köroğlu’nun atı olan Kırat’ta Köroğlu Destanı’nda Köroğlu’ndan sonra en önemli figürdür. Köroğlu, her savaşa Kırat’la girmekte, onun sâyesinde başarmaktadır. Bu yüzden de Bolu Beyi, düşmanının, bu en önemli gücünü ele geçirmek istemektedir.
Ayrıca Bizans, Çin, İran ve Arap kaynakları, Türklerin atlara olan özel ilgisinden sürekli bahsetmektedirler. Meselâ Bizans kaynakları, Hun imparatoru Attila ile barış görüşmesine giden Bizans elçilerinin, Hunların sürekli olarak at sırtında oldukları için zorlandığını yazmaktadırlar. At, Türkler için o kadar önemlidir ki, onun üzerinde uyunur, yemek yenir, yaşanır.
Konar-göçer bir toplum olarak Türkler için atın çok önemli olmasının nedenlerinden biri de Türklerin güney komşusu Çinlilerdir. Tarihin her döneminden en kalabalık toplum olarak Çinlilere karşı mücâdele etmenin yolu hareketli olmaktan geçmekteydi. Bu da atın önemin arttırmakta ve sürekli at sırtında geçen bir ömür meydana getirmekteydi. Günümüzde bile Orta Asya’da atlara çok büyük önem verilmektedir. Özellikle Moğolistan’da at nüfûsunun, insan nüfûsundan fazla olduğu bilinmektedir. Ayrıca Türkmenistan bayrağında da yer alan ve Türk atı olan Ahal-Teke’de atın önemini göstermektedir.
Türkler için artık bir hayvandan öte olan atlar, hem dost, hem etini ve sütünü bağışlayan bir kaynak, hem de gerektiğinde Tengri’yi ya da Ülgen’i mutlu kılacak ya da Erlik’in ve onun kötü ruhlarının kötülüklerinden korunmayı sağlayacak bir kurbandı. Manas Destanı’nın birçok bölümünde at kurbanı geçmektedir. “Manas'ın oğlu Semetey Talas'ta Zülfikâr dağında oturan Bayoğlu Bakay'ı ziyaret eder. Bakay sevinir. Tanrı yoluna atlar kurban eder.”
Destanın diğer bir bölümünde de, at kurban etme, şu şekilde geçmektedir: “Manas öldükten sonra, dokuz gün bekletilir. Doksan kısrak kesilir. Dokuz kat kumaş halka dağıtılır. Daha sonra aynı cenaze töreninde altmış sayısı rol oynamaya başlar. Altmış gün bekletilir. Altmış kısrak kesilir ve ölü mezara konur. Bu suretle merasim biter”. Bu bölümde Manas Destanı’nda şöyle geçer:
“Manastın çımınday canı kétti déyt, Manas’ın canı uçmuştu,
çın üyüne kétti déyt. asıl evine gitmişti.
Ak-saraylap koydu déyt, Ak saray gibi bir bina yaptılar
Kök-saraylap koydu déyt, mavi bir mezar yaptılar,
Toğus künü cattı déyt, dokuz gün orada kaldılar,
tokson-do bee soydu déyt: doksan kısrak kestiler,
Altı künü cattı déyt, altı gün orada kaldılar,
altımış bee soydu déyt. Altmış kısrak kestirip
Altınduu tonun toğustan, dokuz kat da altın kumaş
élge cırtış bérdi déyt.” bulup halka dağıttılar.
Bunun birlikte kurban edilen atın, rengi de oldukça önemlidir. Beyaz renkli kurbanlar, Tengri başta olmak üzere diğer tanrılara ve iyi ruhlara sunulurdu.[6] Bahaeddin Ögel, bu konuda da bizlere çok önemli bilgiler vermektedir. “Hıtaylar'da beyaz ata binerek, beyaz tilki avlama merasimleri, beyaz atla beyaz öküzün Gök Tanrısı'na kurban edilmesi, bir şehir zaptedildikten sonra, yine beyaz atla koyunların kurbanı, çok eski Türk-Moğol adetlerinin bize gelen akisleridir”.
Görüldüğü gibi Türkler, bu çok önem verdikleri hayvanı, öteki dünyada da kullanabilmek amacıyla aynı zamanda bir kurbanlık olarak görmüşlerdir. Ayrıca asıl dikkat çekici nokta da şudur ki; Türklerde at kurbanı geleneği ile atın ilk evcilleştirildiği yer olan ve Türk mü, Aryen mi olduğu tartışmalı Botai kültüründe bulunan kemiklerin tamamına yakının at kemiği olması ve yüz binlerce at kemiğinin bulunması da oldukça önemli bir noktadır. Bugün dâhi at kemikleri ya da at kafatası, Anadolu’da birçok yerde uğursuzluğa, kötü ruhlara karşı bir koruma vâzifesi görmektedir.
Ayrıca Türk kültürünün yaklaşık 5000 yıldır temasta bulunduğu bölgeler ve insanlarda da ilginç düşünce ve inançların ortaya çıkmış olması da dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Zirâ antik Yunan’daki ok ve yay kullanan yarı at, yarı insan Sentorlar ile çeşitli İran, Mısır ve Çin çizimlerindeki at üzerinde ok atan savaşçı tasvirleri gerçekten atlı Türk savaşçılarına benzemektedir. Türklerin at üzerinde ok kullanabilen tek millet olması da, bazı tarihçilerin Sentorlar ya da at üzerinde ok kullanan savaşçı çizimlerinin Türkleri anlattığı iddiasının oluşmasını sağlamıştır.
Bütün bunlar göstermektedir ki, Türklerin binlerce yıldır temas kurmuş olduğu Roma, Yunan, Anadolu, İran, Mısır, Arap, Tibet ve Çin uygarlıklarının zihninde Türk ve at kavramları o kadar iç içe geçmiştir ki, bir birinden ayrılamayan iki canlı, hatta birleşmiş bir tek canlı gibi görünmüşlerdir.

1 yorum:

  1. Keşke bu makâlenin yazarının da adını yazma nezâketinde bulunabilseydiniz...

    KUTLU ALTAY KOCAOVA

    YanıtlaSil